Yıllardır koruduğu tepedeki konumuyla, karanlıkla olan bağı ve koltukla olan ilişkisiyle ampul, sadece ampul müdür?

İlkokulda gördüğümüz sıradan bir hayat bilgisi dersinde enerji tasarrufu konusunu işliyorduk. Gayet olağan ve de iyi anlayarak ilerlediğim bir akışta birden hiç anlam veremediğim bir bilgiyle karşılaştım. İşlediğimiz ders kitabında, floresan lambanın ampulden daha tasarruflu bir elektrik tüketimine sahip olduğu yazıyordu. Boyut olarak daha büyük olan bir aparatın, onun neredeyse çeyreği kadar bile yer kaplayamayacak bir cisimden nasıl daha tasarruflu olabileceğine bir türlü anlam verememiştim. Karşılaşmamın üzerinden yıllar geçen bu bilinmeyenli denklemi çok yakın bir zaman diliminde çözmeye başardım.

Meğer olaya yanlış bir açıdan bakıyormuşum. Sorunun yanıtı, bizim floresan lambanın tasarruflu olmasında değil, ampulün fazla israfçı olmasında yatıyormuş.

Yıllarca kafamın bir köşesinde anahtarına basılması gereken ampul problemini çözünce müthiş bir aydınlanma yaşadım. Sonrasında hızımı alamayıp bu hınzır ampulün hayatımıza başka ne gibi zararları var onu düşünmeye koyuldum. Yapmış olduğum birtakım çıkarımları da şimdi seninle paylaşacağım.

Ampul, kendisine aktarılan kaynağı gereksiz bir savurganlıkla tüketiyor. Bizim ihtiyacımız olan işlevi çok makul bir kaynak harcamasıyla gerçekleştirebilecekken, o, anlamsız bir şekilde güneş olmaya soyunuyor. Tabii bunu tek başına yapacak kadar cesaret de gösteremiyor. Seni de soyuyor yanında. Çırılçıplak bırakıyor suni derili cüzdanının pek yıpranamamış bölmelerini. Çıkardığı banknotların yerine de basit bir elektrik faturası kağıdı bırakıyor. Sen de kabarıklıkta bir fark göremeyip üstüne oturmaya devam ediyorsun keyifle...

Ampul, kendini ulaşılmaz kılmayı çok iyi beceriyor. Aslında dolaylı yoldan biz veriyoruz ona o ulaşılmazlığı. O canavarı ta en tepede, başının üstünde yer edindirirsen, bir de elin kolun ona ulaşacak kadar uzun değilse ulaşamazsın tabii. Neyse ki ona ulaşırken ardını kollayacak önemli bir destek aracı yardımına koşuyor. Koltuk... ampule ulaşmanın bir numaralı yolu daima koltuk oluyor. Koltuğu tenezzül etmeyen toy bir kişi alternatiflere de başvurabiliyor tabii. Kurayım bir merdiven, basamaklarını ağır ve emin adımlarla çıkarak ulaşayım o en tepeye diye düşünüyor. Ama merdivenin ne kadar kolay devrilebilen bir yükselme aracını olduğunu öğrenmesi çok sürmüyor zemine paralel uzanınca. Alttan üste doğru olan paralel uzantıyı sadece ben gerçekleştirebilirim diyor ampul. Kendinden geriye kalanları dik şekilde kesebilmek için onları yatay pozisyonda tutsak ediyor. Koltuğu kapansa, ampulün tepedeki hegemonyasını tehdit etmeyecek sabit bir yükseklikte ona eriştiği için ampulün müsaade ettiği ölçüde onunla temas kurabiliyor. Ve aykırı bir harekette bulunmadığı müddetçe, destek aldığı koltukta bir sallanma hissetmeden ona kendini teslim edebiliyor. Böylece ampulün saçtığı ışığın nimetlerinden o ardına kadar faydalanabiliyorken, bizim basamak meraklısı devrik merdivencimize de onun gölgesinden seken hüzme kırıntılarını toplamak düşüyor.  

Ampul, hiç olmayacak yer ve zamanda patlayabiliyor. Hadi yetişkinler alışık oluyor bu duruma da, bu patlama çocuklarımızın olduğu bir alanda olunca hiç hoş şeyler meydana gelmiyor. Çok küçük yaşta, boylarından büyük travma yaşatıyor çocuklara. Karanlıkla bezenmiş örtüler çöküyor çocuklarımızın üstlerine. Üzerlerinde sıvılar süzülüyor gözlerinden akan. Nafile çığlıklar yükseliyor gırtlaklarından, karanlığın kolları yapışmışken narin boğazlarına. Çocuklarımızı öyle savunmasız yerlerde karanlıkta bırakıyor ki bu ampul, etraflarına çektiği siyah perdeyle başlarına ne geldiğini de kimseye göstermiyor. Halihazırda kendileri de karanlığın içinde kalmış ebeveynleri, geç kalmışlığın verdiği azapla arıyorlar çaresizce çocuklarını. Ampulün ara sıra gelip gitmelerine göz yumuşlarına, çıkardığı cızırtılara kulak tıkayışlarına yanıyorlar zifiri acizlikle. Kimisi çocuğunun çığlığına kulak tıkıyor, kimisi de susması için çocuğunun ağzını kapatıyor. Öyle günlerde ay da kıpkırmızı olmuş bir halde kapatıyor geceyi. Güneşse inadına fazladan ışık saçıyor yeryüzüne, karanlıktan korkmuş çocuklara ışık olabilmek için. Çocuklarınsa sadece yüzleri kızarıyor, hiçbir ateş düşürücünün deva olamayacağı şiddette alev alıyor yanakları. Onlar, ampulden alacakları intikam için boylarının uzamasını beklerlerken, babaları altlarına kallavi bir koltuk çekiyorlar ampule yetişmek için. Çehresi kararmış ampul, daha pak olan versiyonuyla değiştiriliyor. Babanın ciğeri derin bir nefes, çocuğun yüzü çaresiz bir ateş, koltuğun ayaklarıysa sarsılmaz bir sağlamlık kazanıyor. Gazetelerin manşetlerini ise o gün tek bir başlık kaplıyor: “Yeni Elektrik Kesintileri Yolda…”

İşte hayatımıza böyle korkunç etkileri var ampul dediğimiz bu sözde aydınlatma aracının. Biz, ondan bize sadece basit bir ışık saçmasını beklerken, o, evvelden yeminliymiş gibi bizi ısrarla karanlığa boğmak için yanıp tutuşuyor. Uzanıp sökmeye kalkana da ya elektrik çarpıyor, ya da dokunmaya adım atanın ayağı kayıp düşüyor. Bu yazıyı yazarken bile ekranımı parlatıp, fikirlerimin üzerine çökmeye yelteniyor. En karanlık döneminde bile bir şekilde başının çaresine bakmayı bilmiş, kendi yaktığı ateşin ışığıyla aydınlanmayı sağlamış bu millet, neden basit bir ampulün eziyetlerine yıllardır tahammül etmeyi kendine yeğ tutuyor? Sanırım günümüz müfredatı, ampulün bu yüzüyle o kadar ilgilenmiyor. Ve yıllar sonra ampul, bu sefer hayatın tam içinden gelen bir bilinmeyenli denklemle beni baş başa bırakıyor...

Son olarak, yedi düvelin duyup duymazdan geldiği, bilip unutmayı dilediği bir hırsızlık vakasıyla da anılıyor bu ampul. Bildin değil mi neyden bahsettiğimi?

Bildin bildin.

Ya da dur. Acaba hangisi diye kafan karışmış olabilir bu noktada. O yüzden hangisinden bahsettiğimi söylemem gerekiyor sana bu durumda.

Edison'un Tesla'dan çaldığı ampul fikrinden bahsediyorum yahu.

Başka hangisinden bahsedebilirim ki?