Akşam her zamanki masumluğu ile geliyor gibiydi. Anam tavuk sever diye tavuk almış, aldığım tavuğu ikiye bölüp yıkamış, yarısını düdüklüye, yarısını da buzdolabının dondurucusuna koymuştum. Düdüklünün içine iyice yıkadığım üç beş kuru soğanı ve bir patatesi soymadan kabukları ile atıp tuz karabiber ve üç dört defne yaprağını ekleyip ateşe sürmüştüm…
Bu arada kadehimdeki rakıyı; yerelması turşusu, Kayserili dostumun Adanalı olan zarif eşinin hazırlayıp gönderdiği acımı acı çemen ezmesi, çiğ badem içi ve ceviz eşliğinde yudumlarken Suavi’nin “Dön bana” şarkısını dinliyorum. Şarkı aldı beni götürdü ıraklara, uzaklara, taa ötelere… hem de hiç gitmek istemediğim yerlere. Yerler ki yıllarca beynimin en kuytu, en ulaşılmaz, en bulunmaz yerleri. Bakındım iki yanıma korka korka. Korkum görünüyor olabileceğim olmamdan değil. Kapanıp kabuk bağladı sandığım, aslında hiç de iyileşmeyip sakladığım yerde sinsice bekleyip canı istediğinde uykumu karabasana çeviren, ne zaman bir duygusallık içine girsem saklandığı yerken çıkıp içime, tüm benliğime, tüm neyim varsa hepsine birden amansızca çullanıveren o yıllar öncesindeki terk edilmişliğim…
Bir güz, bir erken sonbahar, bir Eylül öğleden sonrası; sıcaklığını, ışık saçıyor olmasını bırakmak istemeyen güneş, aşağılara doğru istemeden sarkıp, önüne çıkan gür iğde ağaçlarının dalları arasından, kızarmaya yüz tutmuş iğdelerin kızartısını parıldatarak geçti. Sonra aşağılara doğru sarkmış kocaman, olgunlaşıp kıpkırmızı olmuş narlara, sapsarı olup altın rengine bürünmüş çekirdeksiz üzümlere, herekle yukarı kaldırılmış omçalardan sarkıp yere doğru uzanan yeşilden sarımtırak kahverengiye dönmüş üzümlere bakmadı bile. Bana inat gelip gür, dalgalı, koyu kumral saçları avuçladı kucakladı. Oturduğum yerden kalkıp parıltılar içindeki koyu kumral saçları güneşin elinden alıp kaçmak, okşamak,.. sarı, gür parıltılı saçların sahibinin bal renkli iri gözleri ile göz göze gelmek istiyorum. Sanki bu isteğim gerçek olmuş gibi içim pır pır edip içime sığmaz oluyor. Bal renkli gözlerin bakışlarını tutmak, yakalamak, içimde hapsetmek istiyorum…Bakışları yakalamak için uzanıyorum ama tutamıyorum. Ama bu kez bakışlar beni yakalıyor; ben ona doğru sürükleniyorum, sürüklenmem hızlanıyor. Kendimi bırakıyorum, kayboluyorum. Kaybolduğum gözlerin içinde boğuluyorum. İçimi kaplayan sonsuz bir mutluluk…Hep böyle kalmak istiyorum.
Bir erken yaz… doğa coşmuş… her yer yemyeşil… tüm ağaçlar meyveye durmuş… kuşlar cıvıl cıvıl, çılgınca sevişiyorlar… Bende doğanın bir parçasıyım sandım kendimi. O duygular içinde ellerine tutunup, boğulduğum o bal renkli gözlerin içinden bir an için sıyrılıp çıkarak “Seni seviyorum!” diye sadece sesimle değil tüm kalbim, tüm içim dışım, tüm benliğimle seslendiğim de; yüzüme öylece baktı, bakışlarında ne öfke, ne de en küçük bir sevgi kırıntısı, sonra bir kez bile geriye bakmaksızın çekip gitti.…
Aradan geçen bunca sene… sadece bekliyorum… Önceleri yaralarım yeniden depreşir, kanar, acır diye aynı havayı solumamak için buralara gelmek istememişken şimdi belki gelir de aynı havayı koklarım diye buralardan ayrılasım gelmiyor…