Arabanın burnu ilçeye doğru yönelirken, yandan Mustafa’nın kırlaşmış şakaklarına, üst dudağını görünmez kılan dikenimsi gür bıyıklarına, düzgün kesilmiş top sakalına, yola doğrultulmuş kara gözlerine bakarken yıllardır süregelen arkadaşlığımız bir sinema şeridi gibi geldi gözümün önüne; nerede ise tüm okulun Abant gezisine gidip de paramız olmadığı için okulun tüm kapılarının açık olmasına karşın yatakhanede kendimize gönüllü kitap okuma cezası verdiğimiz günler, nasıl olmuşsa para denkleştirip İskitler’deki bir yazlık sinemaya gidip, İstanbul’ lu diken kafa Nejat’ın zulasından arakladığımız iki sigarayı, yanda oturanlardan birinin sigarasından tutuşturup gökyüzünde pırpır eden yıldızlara doğru keyifle üflediğimiz anlar, üçüncü sınıflarla yaptığımız bir maçta attığımız bir gol sonrası “goldü, değildi…” tartışması sonrası çıkan kavgada bizim oyuncuların sessizce sıvışıp ben sap gibi dikilip kalınca eşek sudan gelinceye kadar dövülüp dururken koşup gelen Mustafa’nın yardım etmek isterken ağzının burnun keşkek olması aklıma gelince ister istemez gülümsedim. Bu Mustafa’nın gözünden kaçmadı,

“Niye güldün?”

“Hiç…benim yüzümden pisi pisine üçüncü sınıflardan yediğin sopa aklıma geldi de…”

“Belki de o dayak yüzünden şu an beraberiz!” deyince ben suskun kaldım.

Arabanın burnu Uşak yerine Denizli yönüne çevrilince yüzüne şöyle bir bakmakla yetindim ama bununla ilgili soru sormadım. Biraz sonra Mustafa,

“Yolu biraz uzatacağız ama bunun için nedenlerim var…”

Nazilli civarlarında bir avuç, Ortaklar’da bir avuç toprak alıp arabanın bağacındaki üzerindeki etiketlere cam kavanozlara koyduk. İzmir’e girmeyip Çeşme tarafına sapıp Karaburun’a vardığımızda akşam olmuştu. Küçük bir otelde konaklayıp sabah erkenden yola çıkarken oradan da bir avuç toprak almayı unutmadık.

Şarköy’e geldiğimizde güneş aşağılara doğru sallanmış, ikindi olmak üzereydi. Laf aramızda Şarköy’e gelinceye değin buralara niye geldiğimiz konusunda ne Mustafa bir şey söylemiş nede ben bunla ilgili bir soru sormuştum. Bir lokantadan közlenmiş üç-beş yeşil biber, bir bakkaldan bir kase yoğurt ve bir ekmek, bir oyuncakçıdan oyuncak gelin alıp ilçe mezarlığına vardık. Arabayı uygun bir yere park edip ellerimizde yoğurt, ekmek, biber ve oyuncak gelin, mezarlık girişindeki yönlendirme yazılarını izleyip taşlarda Neşe Alten, Hasan Alten yazar ikiz mezarın önünde durup ellerimizdeki yiyecekleri iki mezarın ortasına doğru, oyuncak gelinliği Neşe’nin başucuna koyup dua için ellerimi açtığımda gözlerimin önüne, Bismil’in Çobanlı Köyü, evlerinde daha akşam yemeklerini bile yemeden, çocuk katili Öcalan’ın üç dört insan kılığındaki hayvanı tarafından yaka paça evlerinden dışarı sürüklenen baba kız, kızımı bırakın beni öldürün diye yalvaran bir baba, henüz yirmi bir yaşında üç aylık bir öğretmen, biraz ötede öğretmen kızın kendi maaşı ile yaptırmakta olduğu okulun karaltısı; suçluluğun, korkaklığın karanlığına sinmiş suspus olmuş evler…Karanlığı delip geçen çığlık çığlığa bir kurşun sesinden önce cansız yere yığılan baba, çığlıkları dağları yankılandırıp inim inim inletirken hemen yakınındaki evlere ulaşmayan çocuk gözlü, sevgi yürekli, dal gibi incecik bir kız, ana olma umuduyla tomurcuklanıp yavrusunu emzirmek için koynunda sakladığı iki memesi üzerine sıkılan beşer kurşun…

Evde yere serili sofra bezi üstünde, bir kase yoğurt, bir ekmek, gaz ocağının üzerindeki tavada pişmeyi bekleyen üç beş biber…

Yüreğimin derinlerinden bir şeyler kopmuşçasına içim sızlayıp sulanan gözlerimdeki buğulu mezar taşları görüntülerini arkamda bırakıp sarsak adımlarla sessizce mezarlıktan çıktım. Arabaya girip oturdum. Biraz sonra Mustafa da gelip sol elinin tersi ile gözlerini silerken sağ eli ile arabayı çalıştırdı…Yeni hedefin İstanbul, Çemberlitaş mezarlığı olduğu, bağajdaki toprakların Şeyh Bedrettin’in mezarı üzerine serpilmek için alındığını bilmek için falcı olmaya gerek yoktu.