Narin, uzun parmaklı, parmakların ucunda düzgün kesilip özenle törpülenmiş belli belirsiz boyalı tırnaklar…Bir el fizik kitabını alıp masanın öbür ucuna doğru uzaklaştırırken iri, kemikli bir el kitaptan boşalan yere üzerinde buharı tüten, kahve fincanını bıraktı…

Önce narin parmakların uzandığı tarafa çevirdim başımı; Barbara, iri mavi gözlerinde parıltılar, dudaklarında muzip bir kıvrım…Öbür yanda Steve…Yerimden doğrulmaya çalışırken Steve,

“Selam kahverengi burun! (inek demek istiyor) dalıp gitmişsin…”

“Selam Barbara, Steve…Oturun…! Oturdular. Sağdan soldan, okuldan derslerden bahsedip kahvelerimizi yudumladık. Masadan kalkarlarken Steve,

“Akşam hazır ol, Çheyenne’e dansa gidiyoruz! Saat yedi gibi seni evden alırız!”

Akşam yedi gibi geldiklerinde Judy ile evin önünde onları bekliyorduk…Ayaklarımızda kot pantolon, sırtımızda birer gömlek, ayaklarımızda spor ayakkabılar…Barbara, “Biz kız kıza arkada laflaşırız!” deyip arka koltuğa geçince bende Barbara’dan boşalan koltuğa Steve’in yanına oturdum…Bıcır bıcır arkada konuşan kızların aksine biz önde suskunduk. Zaten ben oldum olası az konuşurum…Sağ olsun az konuşma konusunda Steve de beni aratmıyordu…Yanımızdan vızır vızır sollayıp geçen, geçerken gülerek el kol işareti yapan gençlere bizde gülümseyerek karşılık veriyorduk. Cebime davranıp sigara paketini çıkararak arkaya doğru uzattım. Paket geri gelince içinden ikisini alıp dudaklarım arasına yerleştirip yaktım, birini Steve’e uzattım…

JUNGLE HOUSE’ın önü ana baba günü gibiydi. Zar zor bir boşluk bulup arabayı park ettik. Salonun içi muhteşemdi; koskoca salonda nerede ise hiç kolon yoktu, devasa salonun ortasında parlak rengarenk spotlarla aydınlatılan bir pist, pistte dans eden çılgın bir kalabalık…

Bir masada boşluk bulup sığıştık. Gelen garson kıza bira söyledik…Başladık biraları yudumlayıp pistin kalabalığı arasına karışıp tepinmeye…Bir ara Judy yanımızdan “ Geliyorum…!” deyip ayrıldı…Bir daha da gelmedi…Ben kendimi çok kötü hissediyor, öfkeden karnıma ağrılar giriyor yerimde kös kös oturuyordum. Ayrılma zamanı gelmişti ki Barbara,

“Haydi Judy’i bulup gidelim!” deyince,

“Gerek yok, burada olduğumuzu biliyor, gelmek istese gelirdi…! Dedim.

Sus pus geri döndük. Beni eve bıraktılar. Yatakta döneleyip dururken kapı açıldı; gözlerimi araladım gelen Judy idi. Geldi, denize atlarcasına atladı üzerime. Başını boynuma gömüp sımsıkı sarıldı. Gür, dalgalı sarı saçları yüzüme dökülürken, gözlerinden süzülen ılık yaşlar yüzümde tutunamayıp kimi boynuma, boynumdan göğsüme doğru, kimi de yolunu şaşırıp yastığa doğru akıyordu. defalarca tutku ile sarıldığım diri, narin gövdesinin sıcaklığı, iki gövde arasındaki ince battaniyeyi geçip bana gelmek istiyordu, üstelik gövdem de buna can atıyordu…Dışımdaki ben sarılmak istiyor, içimdeki ben ise hayvansı bir öfke içinde üzerimdeki ağırlığı fırlatıp atmak, kızmak ,bağırmak, küfretmek istiyordu…

Judy’i itip doğruldum. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş yeşil gözlerine öfke ile baktım. Her şeyin bittiğini, kendisini bir daha görmek istemediğimi, isterse kalıp sabah, isterse hemen nasıl geldi ise

öyle gidebileceğini söyledim. Bir süre sessizce, omuzları sarsılarak ağladı, sonra sarsak adımlarla çıkıp gitti…