Kalk kovayı sobadan çıkar, taaa ötedeki samanlığa git, kovayı doldur, kovayı sobaya yerleştir, sobanın havalandırmalarını kontrol et, çırayı yak,,,bekle yanıp yanmadığını kontrol ederek…Yok elektrik sobasını yak! Yaktın, geç karşısına otur, ısınamadın, ikiliyi yak! Ohhh iyi geldi, yaşlanmış kemiklerim ısındı diye mutlu mesut kaykıl! Hemen arkasından aaaa o ne???? Isınan ben, yanan elektrik, uçup giden paralar…diye aklından geçirirken bir süre daha yorganı çenesine kadar çekip bekledi. Beklerken bir yandan da düşünüyor biraz daha beklerse sabah namazı uçup gidecek…”Amaaaan uçup gidiversin ilk kez mi uçuyor olacak!” diye aklından geçirdi bir an. Anında bu düşüncesinden “tövbe!tövbe!” diyerek uzaklaşıp yatağın sıcaklığından odanın serinliğine çıktı. Hemen yatağın yanındaki elleri ile ördüğü yün hırkayı sırtına geçirdi. Para canlısı elektrik sobasına boş verip odun sobasına yöneldi. Boş kovayı çıkarıp avluya, avludan eskiden ahır olarak kullanılan odunluğa doğru hızlıca gidip odunluğun ışığını açtı. Hızlıca kovanın dibine kömür, üstüne tutuşturmalık çalı çırpı koyup eve yöneldi. Eve giderken hoca başladı sabah ezanına…
“Şükür yaratanıma, şükür günüme, şükür ezanıma!” diyerek kovayı sobaya yerleştirip çırayı yaktı. Çıra islenip nazlanıp önce şöyle bir par pır etti, sonra tutuştu. Çıra tutuşunca soba önce biraz kem küm etti, sonra başladı paf puf soluklanmaya…
Namaz örtüsünü serdi. Niyet etti. Başta Gazi Atatürk olmak üzere tüm gazilere, tüm şehitlere, tüm gelmiş geçmiş büyüklere dualarını gönderip namazını bitirdi. Örtüyü kaldırıp yerine koydu, başladı tespih çekip zikretmeye…Aklında göçüp gidip ışıklara karışan beş yavrusu, acelesi varmışcasına erkenden gepegenç tanrının rahmetine kavuşan kocası…
Ocağa tencereyi koyup tencereye yağ, yağın içine bir lokma salça, üç beş diş çentilmiş sarımsak koyup kavurdu. Üç dört bardak su koyup tarhana ekledi ve başladı tarhanaların top olmaması için karıştırmaya. Yeterince karıştırınca tuz ve etli kırmızı biber ekleyip bıraktı kaynamaya.
Çorba kaynarken sofra altını serip siniyi hazırladı. Sobanın üzerinde yarım yufkayı iyice gevretti. Sinide bir sahan, bir kaşık, bir yufka, biraz üzüm pekmezi…
Çorba dığanını ocaktan alıp getirdi. Sahanı çorba ile doldurup üzerine gevrettiği, sonra kırıp avuçları arasında öcüleyip un ufak ettiği yufkalardan serpiştirdi. Başladı üfleyip kaşıklamaya…Sahan boşalınca biraz daha doldurdu. Çorba sahanı boşalınca sahanı yana itip üzüm pekmezi dolu bardağa uzandı…Pekmezin koyu, kıvamlı tadını,kokusunu genzinde ağzında duyumsayıp içti…
Başladı sofrayı toparlayıp günün koşuşturmasına hazırlanmaya…Bulaşıklara boş verdi; “Bir dığan iki kaşık değil mi?” bekleyiversin akşam yıkarım deyip samanlıktan el arabası çıkarıp yola koyuldu. Yeterin evi, Ak Takaların evi, İrebişin Necati’nin, Hallibiramların, İzzetlerin, Şekten Amadın evi de kıvrılıp sola saptı.Gırellerin ve Demircilerin evleri geçince, göçmenler mahallesine değil de çaybaşına doğru giden yola saptı. Gaddeslerin eve gelince, el arabasını bağa giden yolağa hızlıca sürdü. Yolağın ortasında soluğu biraz kesilir gibi oldu ise de aldırmadı. Yolağı çıkınca durup bir süre soluklandı. İçinden “Gaç gız gaç! Gücüm dermanım galmamış. Gocalık gapıdan içeri sokulcek meret değilmiş ya, geldi çattı işte!” diye geçirirken el arabasının kollarını yakalayıp yürüdü. Hemen bir dönüm başı uzaklıktaki bağına varınca başladı yerdeki budanmış omça kolu dalı ne varsa toplayıp el arabasına yüklemeye…Araba dolunca arabanın kollarına yapışıp yolağa doğru sürdü; araba önce ık mık etti ise de daha fazla nazlanmayıp yürüdü. Kazasız belasız yolaktan yola inince derin bir “ ohhh! “ çekip yola koyuldu. Hemen bir iki adım gidip gitmemişti ki yanında bir genç durdu. Baktı tanıyamadı. Delikanlı geldi el arabasına doğru uzandı, uzanırken “ Teyze sen biraz soluklan, sonra yavaş yavaş arkadan gel, ben arabayı Şekten Amadın köşeye kadar götürüp seni orada bekleyeyim!” deyip el arabasını önüne kattı.
Biraz soluklanıp dinlendikten “ Yüce Mevlam, demek insanlık ölmemiş, demek insanlık bitmemiş, demek hala helal süt emmiş insan kuzucukları var, Rabbım sana bin şükürler olsun! İnayetin üstümüzden eksik olmasın!” yollu dualar arasında İresillerin köşeye geldiğinde baktı delikanlı arada bekliyor. “Sağ ol yavrım, Allah ne muradın varsa versin! Allah senden de, seni büyüten anan babandan da razı olsun!” deyip vardı. Delikanlı iri yeşil gözlerini yaşlı, yorgun gözlere dikerek “ Teyze kimin kimsen yok mu senin?” diye sorup cebine doğru davranıp biraz para çıkarıp uzattı…Yaşlı gözler yeşil gözlere takıldı kaldı bir süre. İçinden bir şeyler yerlerinden kopup nereye gideceğini bilemedi. İçi burkuldu. Yüreği yanık, yorgun gitti geldi. Gözünün önünden, yüreğinin derinlerinden oğlu, iki kızı, torunları bir an gelip gittiler…Sesi buruk, yüreği yorgun, gözleri su koyuvermeye bahane ararken “ Yok evladım benim aslan gibi çocuklarım, torunlarım, emekli maaşım her şeyim var! Üstüne üstlük yalnızlığım da var ! Gurbetlik de gurbetliği icat edenin de gözü kör olsun. Ama elden ne gelir ki; iki olan evdeki baş, önce oldu beş, beş oldu on beş…Kocaman , öküz çiftinin üç beş günde süremediği tarlalar; kıza kızana, kızların kızanların çocuklarına bölüne parçalana kaldı hasır kadar. Millet gurbete gitmeyip netsin ? ” deyip el arabasının kollarına yapışıp yürüdü…