K….biliyor musun sana ne zaman vurulmuştum? Bilmezsin tabi… Oysa sana yazdığım sahifeler dolusu mektuplarda uzun uzadıya sana nasıl vurulduğumu, o anda yüreğimin; yuvasından düşmüş henüz kanatları oluşmadığı için uçamayan sarı gagalı küçücük serçe yavrusunu yerden alıp yuvasına koymak için avuçlarımda tutarken serçe yavrusunun minik kalbinin korku, ürkü dolu vuruşları gibi o ana değin duymadığım içimi yakıp kavuran bir sıcaklıkta attığını betimlemeye çalışmıştım… O bakmaya kıyamadığım… yok yok kıyamadığım kelimesi olmadı burada… doyamadığım sözcüğünü kullanmam daha doğru olurdu… O içine bakarken eriyip gittiğim bal rengindeki gözlerini iri iri açıp da şaşakaldığını yazmıştın binyılın başı gönderdiğin mektupların birinde… Biliyorum sana göndermek üzere yazamam artık, ama ben yine de yazayım… Duyuyor musun yazma düşüncesi bile yüreğimin vuruşlarını hızlandırdı… soluklarım arka arkaya daha hızlı koşar oldu…

Bilmiyorum ne gündü…Ne gündü bilmediğim gibi mevsim ne idi sorsan onu da bilmiyorum.; ama sorarsan peki o zaman÷..bir süre dilim tutulur…dilim damağım tutulur … dilim tutulup da ağzıma sığmaz olur…başlarım o anı yaşamaya…merdivenleri tırmanmıştım hep önceleri tırmandığım gibi …ama merdivenleri koşarcasına mı çıkıyordum yoksa aheste mi inan bilmiyorum …ama biliyorum ki merdivenleri çıkar çıkmaz çarpılmıştım. Merdivenin son basamağını çıkıp ayağımı bastığımda anan elindeki sıcak su dolu tası kovaya çoktan daldırıp tasın içindeki buharı buram buram tüten suyu saçının iri sarı kıvrımlarına, kıvrımlar arasındaki parıltılara öylesine dökerken iri badem gözlerin gözlerimi yakalamıştı. Bilmiyorum benim yeşilimsi gök gözlerim mi yoksa o badem gözler mi yakalamıştı öbürünü… Ama güzel olan yakalanmaktı… yakalayanın hiç önemi yoktu… Ama söylemediler birbirlerine yakalandıklarını…Söylemediler çünkü bilmiyorlardı birbirlerine yakalandıklarını…Ben merdivenin son basamağında öylece dikilip kalmış, sense tependen aşağı dökülen sıcak suyun arkasından arasından bakıyordun…Bense hem sabun kaçar diye gözlerini yummanı istiyor hem de yummayıp bana bakmanı istiyordum…Sonra kocaman bir havlu girdi aramıza…Koşup o havluyu başından alıp paralayıp atmak mı geçti içimden yoksa ananın ellerini itip…yok yok öyle acıtarak itmezdim ananın ellerini…anan çok severdi beni….bende onu çok severdim…anan bilse senin saçlarını kurulamak can atıp çıldırdığımı yana çekilir benim saçlarına okşarcasına dokunmama sevinirdi.

Ananı, o güzel insanı ben çok üzdüm biliyor musun? Üzmek ne kelime belki de ciğerinden dağladım…Nasıl mı, hani o uğursuz Salı günü size gelinmiş de sizinkiler olmazlanıp bizimkilere kapıyı göstermişler ya…Ertesi günü ben başımı dağa taşa vurup parçalamayı çok istemişken sen arkamdan belki ağlarsın diye bir şey yapmamıştım, belki de yapamamıştım…Ama başımı alıp, damdaki inekleri önüme katıp çayırlara savrulup gitmiştim. Anan geldi savrulduğum yerden parçalarımı toplamaya…Toplamaya çalışırken “ Bekle!!!” diyordu. Bense “Beklemem, dermanım yok,” diye diretmiştim. Oturduk…İkimizde suskun, sessiz çığlıklarla ağladık biliyor musun?… Biz ağlarken oturduğumuz toprak, yerdeki karıncalar, iri kocaman gözlü inekler, ineklerin ısırıp kopardığı otlar, ineklerin etrafında dolanan sığırcıklar hatta biraz ötemizdeki söğüt dallarındaki serçeler bile “Bekleeee!” diye bağrışıyorlardı …

Şimdi bekliyorum desem bana kim inanır…Ama hem vallahi, hem billahi bekliyorum…