Efendim, bir rivâyete göre Fâtih Sultan Mehmet, bir başkasına göre Yavuz Sultan Selim döneminde yaşanmış bir hikâyeden bahsedilir. Pâdişâh, vezîri de yanında olduğu hâlde bir ramazan akşamı iftara yakın vakitlerde tebdîl-i kıyâfet (Tanınmasını önleyecek bir kıyâfetle) şehrin sokaklarında dolaşmaya başlar. İftar vakti yaklaşmıştır. Hemen her evin kapısında yoldan geçenleri iftar sofralarına davet etmek üzere birileri bulunmakta, geçenleri içeri buyur etmektedirler. Pâdişâh, iftar için ezan okunduğunda hangi kapı önündeyse oraya misafir olmayı istemektedir. Vakit gelir ezan okunur, Pâdişâh ve vezîri mütevâzı bir evin kapısında dururlar. Ev sâhibi, tanımadığı bu iki yolcuyu eve dâvet eder. Nohut oda bakla sofa tâbir edilen evde iftar sofrası kurulmuş, sofrada irice bir kâse içerisinde dumanı üzerinde çorba, yanında ekmek, su ve tuzdan başka bir şey bulunmamaktadır. Tuzla açılan oruçtan sonra çorbayı içmeye başlayan Pâdişâh daha önce tatmadığı o çorbayı çok beğendiğini ifâde eden sözler söyler. Vezîri, Pâdişâhın sözlerini tasdik eden cevaplar verirken ağzından hünkârım, devletlim gibi sözler kaçırınca ev sâhibi kabul ettiği misâfirin Pâdişâh olduğunu anlar, sofrada başka yiyeceği olmamasından dolayı da mahcup olur. Pâdişâh sorar “Bu kadar lezzetli bir çorba içmemiştim nedir bu çorbanın ismi?” Mahcûbiyet içerisindeki ev sâhibi “Bu çorbanın ismi Dar-hâne çorbasıdır hünkârım” diye cevaplandırır. Hikâyede dar-hâne yâni fakir evi çorbası olarak adlandırılan çorbanın, zamanla tarhana ismine dönüştüğü rivâyet edilmektedir. İster tarhana olsun ister bir başkası herkesin sevdiği bir çorba çeşidi vardır. Kimi de ben gibi ayırt etmeksizin bütün çorbaları sever. Geçmişte de günümüzde de hem gönül hem de kültür dünyamızda çorbanın ayrı bir yeri vardır. Bir hastaya yapılan çorbanın şifâsı, komşudan gelen çorbanın lezzeti, tevâzu içinde yapılan yemek dâvetlerinde “Fakirhâneye buyurun, çorbayı birlikte içelim” sözünün samimiyeti ve “Çorbada bizim de tuzumuz olsun” söylemindeki dayanışmanın huzûru çorbadan devşirilmiş. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer”, “El ağzı ile çorba içilmez”, “Lezzetsiz çorbaya tuz kâr etmez”, “Çorbanın ateşini kazandan sor” gibi atasözleriyle çorba, kültürümüzde renkli bir sayfa oluşturmuş.

Yazının başında bir bölümünü arz ettiğimiz çorba şiiri Ahmed Râsim’e âittir. Edebiyat târihimizin renkli kişiliklerinden Ahmed Râsim, 1932 yılında İstanbul’da vefât edene kadar hâtıra, makâle, sohbet, gezi yazısı, okul ve tarih kitapları gibi birçok alanda edebî eserler vermiştir. Döneminin sosyal ve kültürel hayâtını ele alan ve Râsim’in şâheseri olarak bilinen “Şehir Mektupları” isimli eserinde yer verdiği bu şiire 1990’lı yıllarda Balıkesir’de müdâvimi olduğum Bahar Lokantasında rastlamıştım. Şiir, müşterilerin göz zevkini okşayan yemeklerin bulunduğu tezgâhın hemen arkasındaki duvarda büyükçe bir levhaya yazılmış olarak durmaktaydı. Tezgâh ve arkasındaki şiir hem mideye hem gönle hitap eden bir şölendi. Tutkulu bir çorba sevdâlısı ve şiir meraklısı olduğum için enfes çorbalar çıkaran bu lokantaya yaptığım birkaç ziyaret sonunda şiiri ezberlemiştim. Aradan yıllar geçti kader bizi lokantanın sâhibi Rıdvan Beyefendi ile Denizli’de karşılaştırdı. On yıldan fazla bir zaman sonunda gerçekleşen bu karşılaşmada, duvarda yazılı o şiiri ezberimden bir solukta okuduğumda Rıdvan Bey’in yüzünde oluşan tebessümü ve duyduğu memnuniyeti unutamam.

Dilimize Farsçada tuzlu anlamındaki “Şûr” ve yemek anlamındaki “Âbâ” kelimelerinin birleşiminden oluşarak geçen tuzlu aş anlamındaki “Şûrâbâ” kelimesi, zamanla çorba şeklindeki söylemine dönüşmüş. Şiirin yukarıda arz ettiğimiz bölümünde, “Çorba; kana kuvvet, göze parlak bir ışık verir, mideye cilâdır. Açlık hastalığının çâresi, gıdânın hasıdır. Gerek sağlıklı olanlara gerekse hastalara şifânın ta kendisidir. Zenginlerin dostu, fakirlerin sevgilisidir.” denilmektedir.

O kadar güzel bir kültürümüz var ki çorbadan bile bir letâfet doğmuş. Medeniyetimizin temelini oluşturan taşların her biri ince örülmüş dantellerle bezenmiş, duvarları çinilerle, ebrûlarla, tezhiplerle süslenmiş, pencereleri vitraylarla renklenmiş. Bizi biz yapan değerler harikulâdelik ve ince bir ruh içeriyor. Ruhsuzluk krizi ile savrulan günümüz insanını ve toplumunu, içine düştüğü renksiz sıradanlık lâbirentinden kurtaracak, gönül dünyâmıza hitâp eden incelikleriyle bezenmiş rengârenk ve rengâhenk Türk Kültürü ve medeniyeti, insanını kucaklamak üzere bekliyor.

***

Bir Kelime

Harikulâde: Olağanüstü, eşi görülmemiş. Hayranlık verici. Âdetin haricinde bulunan şey, eser. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey.

***

Bir başka yazıya kadar yüreğiniz her dâim çorba gibi sıcacık olsun. Siz de sıcak ve lâtif yüreklerle karşılaşın ki gönlünüz doysun. Yolcu yolunda gerek, kalın sağlıcakla.