Çivril’in İmrallı Mahallesi ve Sarılar Mahallesinin yüreğine ateş düşüren yaşanmış gerçek hayatlar. İki Dudu iki çobana yangın, çobanlarda Dudu’lara yangın. Ağa kızı olunca herkese yanmak ne mümkün. Kaçar sevdalı dört aşık. Saklanırlar bir ine. Bulur onları ağa baba. Verir ini ateşe. Geriye dört gencin unutulmaz aşkları kalır. Birde türkü yakılır acıklı hayatlarına. Yangın Dudular Türküsü…
Dudu kızların mezarları İmrallı Mahallesinde bulunuyor. Yakıldıkları in de günümüze kadar ulaşmış durumda.
İmrallı ve Sarılar Mahallesinde yaşanan bu acıklı olayı kaleme alan İmrallı Mahallesinden Emekli Öğretmen Halil Altuntaş’ın ‘Öğretmenin Not Defteri’ adlı kitabından özetleyerek sizlere aktarmak istiyorum.

YANGIN DUDULAR TÜRKÜSÜ ve YAŞANMIŞ GERÇEK HİKAYESİ (1)

Savaş, yoksulluk, ve acımasız bir babanın geriye bıraktığı hazin gerçek bir aşk öyküsü.
Her şey jandarmanın İmrallı köyüne gelerek muhtara teslim ettiği iki pusulayla başladı.
Rumeli’de savaş çıkmış ve jandarma köyleri dolaşarak savaşacak yaşta olan geçleri orduya çağırıyordu. Gidenlerin dönmediği savaş çağrısı Kolcu Halil ve Birkereler’in Mehmet’e yapılmıştı.
Kolcu Halil ve Birkereler’in Mehmet’in savaşa gideceği köyde kısa sürede duyulmuş ve iki gencin de evi gece yarılarına kadar gelip gidenle dolup taşmıştı.
Ertesi gün köy halkı köy meydanında toplandılar. Önce köy imamı gidenlerin sağ salim köye dönmeleri ve savaşı Türk’lerin kazanması için dua etti. Arkasından yere yazılan buldan bezinden bir örtüye köylüler gönüllerinden koptuğu kadar paralar attılar. Bu güzel yardımlaşma geleneğinin ardından gençler helalleşerek yola koyuldu.
Kolcu Halil geride; Halil İbrahim, Arif, Mehmet adında üç oğul, hanımı Ümmühan bacı ve çok sevdiği Fatma ve Anakız isminde kızlarını bırakıyordu. Işıklı’ya kadar onu geçirmek için hanımı ve oğlu Halil İbrahim geliyordu.
Birkerelerin Mehmet de hanımı Gülbahar bacı ve oğlu Mustafa ile arkadaşı Halil’i yola çıkmak için bekliyordu.
Kafile sabah saatlerinde Işıklıya gitmek üzere yola koyuldu. Atlarının sırtlarında erlerini takip ederken –Ah gurbet, dedi Gülbaharcık.
-Hele bu gurbetlik savaşa gitmekse gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var işin içinde, dedi Ümmühan bacı.
Aslında her ikisin de içinden erleri ile birlikte gitmek, düşmana birlikte kurşun atmak geçiyordu. Ama dünyanın bin bir türlü hali vardı. Nasıl birlikte gideceklerdi? Geride kalanlara ne olacaktı? Aile başsız kalırsa iyice toptan yıkılacaklardı. Hem tarlaları kim ekip biçecekti. Köylü üretmese asker ne yiyecekti? Aç karına savaşılır mıydı? Açlık savaştan daha beter bir illet değil miydi?
Öğleye doğru Işıklı nahiyesine vardılar. Kendileri gibi başka köylerden birçok asker Işıklı’da askerlik şubesinin önünde toplanmışlardı. Ağlaşanlar, vedalaşanlar, analarına, çocuklarına, eşlerine sarılanların oluşturduğu manzara yürekleri burkuyordu.
Şube Binbaşısı Hakkı Bey konuşma yapıyor, düşmanın Rumeli’yi tekrar ele geçirmek için Osmanlı’ya saldırdığını, oraların kurtarılması ve düşmanın kendi köylerine kadar gelmemesi için bu çağrıya herkesin koşması gerektiğini söylüyordu.
Kolcu Halil ve arkadaşı Birkereler’in Mehmet son bir kez daha hanımlarına ve oğullarına sarıldılar. Vedalaşma bitmişti.
Ümmühan bacı ve Gülbahar bacı oğulları ile birlikte köylerine dönerek işlerinin başına dönüp dünya çarkının içinde geleceği belli olmayan hayat yolculuğuna başladılar.
Kolcu Halil ve Birkereler’in Mehmet’in içinde bulunduğu asker önce Sandıklı ilçesine; oradan da bağlı bulundukları Bursa Vilayeti’nin Karahisar-ı Sahip sancağındaki askeri birliklerine katılıp Balkanlara doğru savaş yolculuğuna başladılar.
Günler günleri kovaladı Ümmühan bacı ve Gülbahar bacı savaşın bittiğini etraf köylere geri dönen sakat ve yorgun askerlerden öğrenmişler; erlerinin dönüp geleceğini ümitle beklemişlerdi.
Aylar geçti, yıllar geçti. Ne yazık ki ne kendileri geldi ne de kendilerinden bir haber geldi.
Savaş sonrası ülke halkı daha da fakirleşmiş; insanlar her zaman olduğu gibi ekmek derdiyle uğraşır olmuştu.
Ümmühan bacının akşamdan hazırladığı azığı sırtına vurmuş; çarıklarının ipini iyice bağlamış; kilot pantolonunun üstüne, ta dizlerine kadar çekmişti yün çoraplarını Halil İbrahim.
On dakika kadar bir zaman geçmişti ki kapıdan uzun efe poçusuyla göründü Gülbahar’ın Mustafa. Son olarak kapının yanında bekleyen anasının elini öperek hayır duasını aldı. Torbasını omzuna asarak geldi Halil İbrahim’in yanına. “Gusura bakma arkadaş seni beklettim.” Diye arkasından ilave etti.
İşte yine kör olası gurbetin yolları görünmüştü Halil İbrahim ve Mustafa’ya. Gerçi gidecekleri yer köylerine pek uzak değildi ama yine de yaban değil miydi?
Yakalarını bir türlü bırakmayan fakirlik onları gurbete sürüklemişti. İki arkadaş para kazanabilmek için Sarılar köyünde çobanlık yapacaklardı.
-Mıstafam! Beni buralarda fazla bekletme! Gelecek bahara göçmen kuşları gelmeden gel. Diye sızlanıyordu Gülbahar hatun.
Gülbahar’ın birden aklına savaşa gidip de dönmeyen yiğidi, Mehmet’i geldi. “Ne olur Allahım, koçuma, babasının yazgısını yazma. Bana yavrumun acısını gösterme.” Diye dualar ediyordu içinden.
Mustafa, “Ben gidin gayrı ana. Halil İbrahim beni bekliyor.” Diye fısıldadı anasına. Gülbahar, Mustafa’sını yitirecekmiş gibi, elini bir türlü bırakmıyordu oğlunun.
Ümmühan hatun da peştamalını sürüyerek gelmişti Halil İbrahim’in yanına. Kocası Halil’i son gittiği savaşta kaybettikten sonra her şeyden korkar olmuştu. Ölmeden oğlunun mutluluğunu görmek için bir de kız bulmuş nişanlamıştı oğlunu. Güzel Gülsüm kız akrabasıydı hem yaşlanınca bana bakar diye evlendirecekti oğlunu. Halil İbrahim istemeyerek nişanlanmıştı Gülsüm kız ile. Anasını kıramazdı Halil İbrahim, anaların isteği geri çevrilmezdi.
Sarılar köyüne gitmek için yollara düştü iki kader arkadaşı Mustafa ve Halil İbrahim. Yol boyu hayaller kurdular dertlerini paylaştılar.
Yassı ezanı vakti köye vardılar iki yoldaş. Namazdan sonra kahvede toplanan köylülerle hoş beş sohbetin ardından iki yabancının köye niye geldiğine gelmişti söz. Misafirlerin çoban durmak için geldiklerini ileride kahvenin bir köşesinde orta boylu, geniş omuzlu, başında fötr şapkası, elinde mercan tespihi ile kulak kabartarak dinleyen köyün sayılı ağalarından Barışçı Omar’dı. Omar ağa da çobanı kaçtığı için iki gündür koyunlarını geçici bir adama otlatıyordu.
-Çoban mı durmak istersin sen yabancı, dedi Omar Ağa Halil İbrahim’e.
-He ya ağam’ Çoban duracam. Dedi Halil İbrahim.
Çoban Halil İbrahim’le Barışçı Omar ağa aylığı 25 mecide anlaşarak pazarlığı bitirdiler.
Bu arada kahvenin kapısından uzun boylu, pala bıyıklı ayağında Söke çizmeleri ile içeriye İbrahim Ağa girdi. Onun da başka köyden geleni obanı anasının hastalığını bahane ederek işi bırakıp köyüne gitmişti. İbrahim ağa da Mustafa’nın çoban durmaya geldiğini öğrenince Barışçı Omar’ın anlaştığı şartlarla çoban Mustafa ile anlaştılar.
Barışçı Omar Halil İbrahim’i alarak eve götürdü. Eve geldiklerinde evin kızı Dudu, püren süpürgesi ile evin önünü süpürüyordu. Yabancıyı görünce hemen açık olan iki örük yapılmış yerlere değen siyah saçlarını örttü.
DEVAM EDECEK

YANGIN DUDULAR TÜRKÜSÜ ve YAŞANMIŞ GERÇEK HİKAYESİ (1)

Editör: Haber Merkezi