Merhaba

Genç adam her sabah olduğu gibi uyandı o sabah da. Başucunda ısrarla çalan saatin alarmı bir örse inen çekiç gibi insafsızca tırmalıyordu kulaklarını. Ciğerlerine derin bir nefes çekip biraz tuttuktan sonra birden bıraktı, çevik bir kedi hızıyla uzanıp alarmı kapattıktan sonra sehpa üzerinden telefonunu kaparak tekrar sırtüstü yatağa uzandı. Gece boyu telefonuna gelen mesaj ve bildirimlere göz attı. Sonra bir müddet vücûdunu dinledi, her şey yolundaydı, ne bir sancı ne de günü kendisine zindan edecek bir ağrı hissetti. Zihninde günün planlamasını yaparken yavaşça yatağından kalktı, pencereye doğru yürüdü, önce perdeyi açtı sonra da pencereyi. Bahar, kış mevsimi üzerindeki hükmünü ilân etmişti. Serçeler pürtelâş hâlde oradan oraya uçuşuyor, çiçeğe durmuş bâdem ağaçlarının kokusu esmekte olan tatlı rüzgârla birlikte pencereden odaya doluyordu. Kanat çırpışından yayılan tiz sesi duyduğu hâlde nereden geldiğini kestirinceye kadar bir arı yanağına çarparak içeriye girmişti bile. Mevsim, tüm güzelliklerini sergiliyordu o keyifli nisan sabahında. Güne zinde başlamak için ılık suyla yaptığı duşun ardından kahvaltı sofrasına oturdu. Zeytini Gemlik’ten, peyniri Ezine’den, balı Tunceli’den getirtmişti. Hepsinden yeter miktarda ve tatlarını damağında hissede hissede yiyordu o tatlı bahar sabahında. Kahvaltı keyfine müteâkip evden çıkmış, bir elinde evrak çantası olduğu hâlde otobüse bineceği durağa doğru yürümeye başlamıştı. Durağa yaklaşık yüz metre kalmıştı ki o da ne! Binecek olduğu otobüsün durağa yanaştığını, kuyrukta bekleyen yolcuları büyük bir iştahla yuttuğunu gördü. Yavaş tempoda attığı adımlarını sıklaştırdı, baktı ki koşmazsa otobüs kaçacak, koşmaya başladı, ama ne koşmak! Bir kısa mesâfe koşucusu edasıyla yaptığı koşu sonunda yetişmişti otobüse. Kapılarını kapatarak yola koyulan otobüse binen son yolcu olarak mağrur bir yüz ifadesiyle yeni bir iş gününe başlamıştı… Sonrası mı? Sonrası önemli değil efendim. Asıl önem arz eden ne varsa buraya kadardı. Sağlıklı birçok insanın farkına varmadığı, sağlığını kaybedip hastalıklarla mücadele eden, bir yatağa, bir odaya veya hastaneye bağlı kalan insanlarınsa özlemle andığı ne çok şey var yukarıdaki satırlarda. Sabah olduğunda ağrı ve sancılar olmadan uyanmak, çalan alarmın sesini duyarak yataktan kalkıp pencereye gitmek, ciğerlerine doyasıya temiz hava çekmek, tek başına yıkanma ihtiyâcını gidermek, keyifle kahvaltı yapmak, otobüse binmek üzere yürüyerek başlanan bir yolu ihtiyaç halinde koşarak tamamlamak sağlıklı insanlar için sıradan işlerden olduğu hâlde, sıhhatini kaybetmişler için her biri özlem tüten bir konu başlığı. Hangi zenginlik, hangi saltanat sağlığın yerini tutabilir ki?

Altı asırdan fazla devam eden Osmanlı İmparatorluğu boyunca 46 yıl tahtta kalarak en uzun süren padişahlık dönemini yaşayan I. Süleyman (Kânûnî Sultan Süleyman) 1566 yılında seferde olduğu esnâda Macaristan’ın Zigetvar şehrinde hayâta gözlerini yumana kadar, Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan klasik Türk edebiyatında en hacimli ikinci divâna sahip bir şâirdir aynı zamanda. Saltanat yıllarının büyük bölümünü seferlerde geçiren Kânûnî’nin sefer ve zaferlerle dolu ömründe şiire zaman ayırabilmesi onun rûhunun inceliğini ortaya koyan en önemli göstergedir. Kendisine âit birçok meşhur olmuş şiirleri içerisinde bir şiir var ki neredeyse bilmeyen yoktur. Yazının başında arz ettiğimiz bu beyiti de ihtivâ eden şiir, içerdiği anlamlar itibariyle hayata dair dersler veren bir kitap hükmündedir. Bu şiirin ve özellikle yukarıda okuduğunuz beytin bu derece beğenilmesinin ve bilinmesinin temel sebebi; Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük bir cihan devletinin en muktedir pâdişâhı olan Kânûnî gibi bir sultânın “Sıhhat” kavramını “Devlet” kavramının üstünde konumlandırmış olmasıdır. 16. Yüzyıl Türkçesinde devlet sözcüğünün iki anlamı vardır, ilki ve daha çok kullanılanı “Şans, tâlih, kısmet” anlamına gelirken, ikincisi ve nâdiren kullanılanı bugün kullandığımız anlamdaki devlettir. O dönemin Türkçesinde devletin bugünkü karşılığı mülktür. Zâten Osmanlılar da kendi devletlerini “Memâlik-i Osmânîye” (Osmanlı Toprakları, Osmanlı Mülkü-Memleketi) diye adlandırmışlardır. Yâni bu ikilikte aynı zamanda veya belki de aslında anlatılmak istenen; halk içinde tâlihten daha çok itibar edilen bir nesne yok, ama en büyük tâlih aslında insanın sağlıklı olması husûsudur.

Yazının başındaki kısa hikâyeyle de anlatılmak istendiği gibi sağlık; bir insanın asıl servetini oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Sağlığı yerinde olmadan servetlere sâhip olan insanın huzur ve mutluluğu ne denli yakalama ihtimâli var tartışılır. Atalar; “Hastanın bakımını yapan da hasta gibidir” derlermiş. Eski bir metinde şöyle bir ifâde geçer; “Hastaya bakmaktan hasta olması yeğdir.” Bu pencereden baktığımızda kaybedilmiş sağlığın kişiye yeniden kazandırılmasında emeği bulunan sağlık çalışanlarının da, hastanın bakımını üstlenenlerin de hakkı kolay ödenmez. Allah herkese; kimseye muhtaç olmayacağı sağlıklı ömürler, sağlığını kaybedenlere de tez zamanda şifâlar ihsân eylesin.

***

Bir Kelime

Mûteber: Geçerli, itibar edilen. İnanılır, güvenilir, saygın.

***

Efendim herkese sağlık ve âfiyetle dolu günler temenni ederim, hoşça bakın zâtınıza. Yolcu yolunda gerek, kalın sağlıcakla.