O zaman yollar yağmur suyu ile dolunca laka dediğimiz çukurlar oluşmakta ve bu çukurların kenarları bıçak gibi keskin ki, birkaç kez bu çukurlarda arabanın lastikleri kesildi, patladı. Günün birinde belediyenin açtığı geniş bir çukura araba ile kaçtığım da var. Laka gibi ya da kapatılması unutulmuş büyük bir çukura denk gelirim diye korkularım var. Yola korku ve endişe dolu bakışlarımla ağır ağır gidiyorum ki, başıma bir çukur belası gelmesin.
Her yağmurda varsa az sesli müzik dinler, damlaları izler, sonrasında uyurum. Yağmur uyutur beni, hele bir de şimşek çakıyorsa bayılırım uyumaya. Yağmur içeri girip ıslatmasın diye pencereleri yok, camları kapatınca motorun da sıcaklığı ile uykum geldi. Teyp bozuk, arızalı. Anten iyi çekmediğinden radyo da çok cızırtılı.
Başkalarının yanında şarkı da türkü de söylemem ben. Söylediğim zaman dinleyenler, “Biz yabancı müzik, caz, bop rop türü seviyoruz. Senin söylediğin tarzımız değil diyorlar…” Dedikleri başka şeyler de var da uzatmaya gerek yok. Acaba diyorum, sesim şarkı türkü söylemeye uygun değil mi, bu yüzden mi dinlemek istemiyorlar? Yalnız kaldığım zamanlarda kendime şarkılar, türküler söylüyorum. “Ayva çiçek açmış, kar mı yağacak / O saf, temiz narin kalbim bu sevdalar da kriz mi yaşayacak?” Bu ve bunun gibi hiçbir yerde duyamayacağınız güzel sözlerin şarkı ve türküleri…
Sonuç olarak kendime söylediğim sesim, bana öyle güzel ki.
Camları kapatınca uykum gelmişti ya, uyumamak için sesimi dinlemeye başladım. Şöyle ki: “Yağmurda aşk başkadır sevgili, haydi gel / Öyle bir zamanda gel ki, reddi mümkün olmasın…” Yağan yağmur essah da ne aşk var, ne sevgili. Hem ben görücü usulü uzak platonik dedikleri aşkları seviyorum. Aşklarda kavuşma olmamalı, sonun nasıl biteceği anlaşılmamalı. Benim de tarzım bu.
Aklıma gelmişken yazayım. O yıllarda sinemada bir filmini izlediğim Ceni Lopez adlı şarkıcıya vuruldum. Kadın sanki okuduğu tüm şarkıları benim için yazmış, benim için söylüyor. Ben onu sinema da gözyaşları içinde izledim. O, Büyük Aşkım Ceni benim için ne düşündü, duygularıma kayıtsız mı kaldı, bilemiyorum.
Latin Amerika kökenli Amerikalı aşkıma duygularımda daha fazla duyarsız kalamazdım. Kalem kağıdı aldım elime, yazdım. Günümüzde olsa iş kolay. Haydanlı Los Angeles Başkonsolosuna yaz, gitsin Ceni’yi bana istesin. Aşkım Ceni de torunlarına hava atarak anlatırdı, “Beni bir Başkonsolos istedi” diye. Baktın iplemiyor, Cimere yaz. “Sayın Reis, ilgili duyarsız konsolosu görevden alınız ve yerine beni atayınız…” Gördüğünüz gibi durum basit, ama o günlerde öyle değil, zordu.
Şimdi içinizde aşkım Ceni’ye mektup da neler yazdığımı merak edenler vardır, olabilir, olmalı da. Ama bu iki kişi arasında, biraz romantik biraz da sır da. Her şeye rağmen tarihe not düşmüş aşkıma yazdığım mektuptan azıcık da olsa biraz paylaşayım da günümüzde üç çocuk sonrası ya kendisinden çok genç ya da çok yaşlı adamlara kaçanlara örnek teşkil etsin. Yazdığım mektuptan:
“Ey Sevgili; seni sinemada oynadığın filmde gördüğümde içimdeki ses dedi ki, “İşte evleneceğin, büyük aşklar yaşayacağın hatun Ceni.” Kurban olduğum Yaradan, benim için yaratmış seni. Öyle kısa bir zamanda bizim köye gel ki, baharda açan çiçekler de o güzel kokulu bahçemizde ölesiye seveyim seni…”