Özellikle 2010 yılından itibaren ülkemizin dış siyasetinde Doğu’ya doğru bir eksen kayması olup olmadığı tartışmaları gündemi meşgul ediyor.
Batı’dan, ülkemize en yakın yüzüyle Avrupa Birliği’nden, git gide uzaklaşan bir anlayışta olduğumuzu düşünenlerle; aslında teknolojik gelişmeler ışığında hızla değişen, artık çok kutuplu ve Batı’nın ekonomik hasarlar aldığı bir global sistemde, ekonomik açıdan hızla yükselen Doğu ve Asya ülkeleriyle yakın ilişkiler kurmanın Türkiye’nin çıkarları bakımından önemli olduğunu düşünenler arasında zaman zaman hararetli tartışmalar yaşanıyor.
Türkiye’nin 2000’lere kadar izlediği savunmacı, statükocu bir dış politika anlayışı yerine artık proakif bir dış politika anlayışını benimsediğini söyleyen dış siyaset kurumları; aslında bir eksen kayması yaşanmadığını, yalnızca bir eksen genişlemesi yaşandığını dile getiriyor.
IMF’nin öngörülerine göre önümüzdeki süreçte dünya ticaretinin merkezinin Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğrafyaya, yani Doğu’ya kayacağı bilgisi üzerine Türkiye’nin Avrasya coğrafyasında Rusya ve Çin başta olmak üzere ikili ilişkilere verdiği önem artıyor.
Ülke ekonomisi açısından alternatif yolların kazanılması Batı ve Doğu arasında denge oluşturulması açısından önemlidir. Ancak en uzun sınır komşumuz Suriye’de yaşananlar Türkiye’nin enerjisini fazlasıyla harcadı diyebiliriz.
2010 yılından itibaren dikkatini yoğunlukla güneye kaydıran Türkiye; belki de tarihinde ilk defa, başka ülkede yaşanan çatışmaların savaşa giden sürecini bekleyip görmeden; o çatışmanın aktörlerinden birisi olmayı seçiyordu. Suriye çatışmasında uyguladığı dış siyaset çoğunlukla Batının çıkarlarını korurken, kendisini de büyük bir riske atıyordu. Uzun vadede sonuçları olumsuz olabilirdi ki bugün en önemli sorunlardan birisi Suriyeli sığınmacılar meselesi oluverdi.
Bugün Batı’nın almak istemediği kabaca 5 milyon Suriyeli, büyük bir doğurganlık hızına rağmen Türkiye’nin sunduğu imkanlar sayesinde ülkemizde olmaktan memnun görünüyor. Türkiye’de yeni oluşan partilerin bile yana yakıla dile getirdiği en önemli konulardan birisi haline gelen sığınmacılar meselesi; ülkedeki ekonomik krizin Suriyeliler gitmeden düzelmeyeceği düşüncesi üzerine şekilleniyor. Suriyelilere verilen/verilecek olan vatandaşlık hakkı nedeniyle de devşirme seçmen kavramı gündeme geliyor.
Türkiye, yalnızca Suriye’de değil, 2010’lardan itibaren Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında, özellikle Arap Baharı’ndan etkilenen ülkelerin iç meseleleri için sesini yükseltmeye devam ediyor. Bölgesinde hem arabulucu hem de yön verici bir abi rolünde olmak isterken; pandemi sürecinde küresel çapta ve ülke genelinde yaşanan enflasyon sorunlarına; hayat pahalılığı, fırsatçılık sorunları da eklenince ülkede gelir dengesizliği git gide artıyor. Kendi içinde güçlü bir ekonomiye sahip olmadan da, maalesef dışarıda istenilen güç elde edilemiyor.
Gelinen noktada ülke ekonomisini güçlendirmeye gayret eden yönetim; artık bilinçli bir tercih olarak değil, zorunlu bir tercih olarak Doğu ve petrol zengini ülkelerle daha da yakınlaşmaya mecbur kalıyor.
Bugünlerde dış siyasetimiz yeniden olası bir Avrasya Birliği sürecinde ilerliyor. 2022’nin şubatında başlattığı Ukrayna Savaşı nedeniyle Batı’dan soyutlanan Rusya, ABD’nin ekonomik yaptırımlarına direnmeye devam eden en büyük rakibi Çin ve 10 yılı aşkındır direnen Suriye hükümetinin en büyük destekçisi İran ile bir araya gelebilmesi ülkemiz açısından önemlidir. Bir ayağı NATO aracılığıyla Batı’da olan Türkiye, tarihi bağları ve ekonomik çıkarları nedeniyle de bir ayağını Avrasya’da tutmak durumundadır. Esenlikler dilerim.