Arzu ve hayal edilen son hedefe varmak gayesiyle, yorulup yılmadan, bıkıp usanmadan fazilet ve cesaretle, fedakârca çalışanlara da Ülkücü denir.
Kendilerini milletlerine adayan büyük liderler, cihangir başbuğlar ve kahraman askerlerle, milliyetçi ilim, fikir ve sanat adamları da tam manasıyla birer ülkücüdürler. İnsanlık da, milletler de bugün ki seviyelerini, gelmiş geçmiş ülkücülere borçludurlar.
Ülkücüler arasında etki sahaları ile fark yaratıp önem arz eden, toplumlar için her daim pusula vazifesi görmüş, aynı zamanda Türk milliyetçiliği fikir sisteminin de temellerini atanlar; aydınlar olmuştur.
Aydın kelimesinin sözlük anlamı, ışık, ışıklı alandır. Öncelikle Türk kültürüne baktığımızda aydının karşılığı âlim, bilge, aksakal ve ariftir. Sonraki dönemlerde bu kelimeler, yerini münevvere daha sonraları da aydın kelimesine bırakmıştır. Aydın kelimesinin Batıdaki karşılığı ise entelektüeldir. Aydının birçok farklı tanımını yapabiliriz. Eğer genel bir tanımlama yapacak olursak, aydın veya entelektüel kişi, sıradan bir okur-yazar olmanın dışında, bildikleri ve okuduklarıyla fikir üretebilen, aklını kullanabilen yani düşünen kimsedir.
Bu bağlamda gerçek bir aydının; fikrinden, yaratıcılığından, kendi kültüründen doğan ışığını, toplumuna doğru çevirebildiği ve milletine hitap edebildiği, yani adeta bir lider gibi milletini yönlendirebildiği ölçüde aydın olabileceğini bilmemiz gerekiyor. Peki, çağdaşlaşma tartışmalarıyla boğuştuğumuz yüzyılı aşkın zamanda Türk aydınları, hakiki aydın olmayı ne ölçüde başarabildi veya başarabildi mi? Bunu anlayabilmek için iki asır geriye gideceğiz.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmak üzere olduğunun, Türk aydınlarınca hissedilmeye başlandığı bir dönemde imparatorluğun çeşitli din ve milliyetlerden meydana gelen kozmopolit yapısı içinde milliyetçilik, bir tepki ve kendini bulma akımı olarak doğmuş, tarihi süreç içerisinde de bu ülkünün gelişimi ilmi, edebi ve siyasi olmak üzere üç safhada gerçekleşmiştir. Yakın tarihimizde siyasî bir temele oturmadan önce, ilhamını ilmî çalışmalardan almıştır. Çünkü imandan hayata, fikirden siyasete, ahlaktan sanata yayılan bu kültürel aklı kavramak ve geliştirmek, millet olmanın farkına varmaktır, milliyetçi olmaktır. Öyleyse milliyetçilik; oluşturulmuş akla dayanan inşa edici zihniyettir, Türk milletinin tarihî tecrübesini ve kültürel birikimini benimsemek ve tarihî ufkun etkinliği bağlamında yeniden inşa etmektir.
Kuruluş ve gelişim aşamasında kendini dil, edebiyat ve tarih alanındaki çalışmalarla gösteren Türk milliyetçiliği, bu çalışmalar sonucunda II. Abdülhamit döneminde Türk kavramı, ırkî ve lisanî manada artık şerefli ve gurur duyulan bir kavram olarak değişmiş, Türk tarihinden bölümler gün ışığına çıkarılarak, Türk tarih görüşü zaman ve mekan itibariyle genişlik kazanmaya başlamıştır. Artık imparatorlukta yaşayan Türkler, dil, edebiyat, tarih ve kültürlerinin hem Osmanlı hem de daha geniş bir Türk mirası olduğunu açıkça görmüşlerdir. Osmanlı Devleti dışında Türkçe konuşan Müslümanlar milletdaş olarak kabul edilmiş, yavaş yavaş Türk Birliği fikri, kültürel terimlerle ifade edilmeye başlanmıştır. Anadolu, Türklerin vatanı olarak önem kazanmaya başlamış, Türk milliyetçiliğinin temeli olarak Türk dil ve kültürünün rolü ve bunları canlandırmak ve geliştirmek ihtiyacı da kuvvetlenmiştir.
19. yüzyıldan itibaren müstakil bir disiplin olarak beliren Türkoloji (Türklük bilimi), Osmanlı aydınlarına o güne kadar fark edemedikleri yeni bir vakıayı haber veriyordu. Çin ve İslâm kaynakları üzerinde çalışarak İslâmdan önceki Doğu Türklüğü hakkında yeni bilgiler ve görüşler üreten Türkologlar, Türk tarihinin unutulmuş kısmına aydınlık getirmişlerdir. Bu Türkologlar içinde özellikle Joseph de Guignes’in “Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarihi”, Leon Cahun’un “Asya Tarihine Giriş” adlı eserleri ideolojik boşluk içinde bulunan ve yıkılışa karşı çare arayan Türk aydınları arasında Türklük şuurunun uyanmasında önemli tesirler bırakmıştır. Nitekim, cumhuriyetimiz kurucu felsefesine bağlı kalarak, Türkçe düşünen sayısız aydın yetiştirirken, dış Türklere önderlik eden birçok ilim insanına da ev sahipliği yapmıştır. Bugüne baktığımızda, yeryüzünde ve milletler arasında sessiz savaş diyebileceğimiz kültür savaşı bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bir ülkenin kaleleri fethedilebilir, orduları muharebeyi kaybedilebilir, fakat bir milletin gönlü ve zihni fethedilmedikçe o ülke asla yenilmiş sayılamaz. Tarih buna ait örneklerle doludur. Milletler kültür savaşında başka milletlerin dilini, dinini, örf ve geleneklerini, milli ve manevi değerlerini yıkmayı ve kendi kültürlerini yerleştirmeyi hedef alırlar. Onun için Ülkücü aydının davası, nesillerin zihnini, gönlünü ve bedenini yetiştirmek ve geliştirmek davasıdır. Bir milletin aydınları, geri kalış sebepleri hakkında doğru bilgi ve değerlendirmelere sahip olmadıkça, ülkelerinin geleceğini sağlam esaslar üzerine kuramazlar. Başbuğumuz Alparslan Türkeş, “Türk aydını Türk gibi düşünmelidir.” derken, bu hususun önemine dikkat çekmektedir.
Tarihte Türk çağdaşlaşması üzerine bir yolculuk yaptığımızda, aydınlarımızın birçoğunun, çağdaşlaşmayı Batı taklitçiliği olarak algıladıklarını, bu sebeple de kendi toplumlarına Batı’nın bakış açısıyla baktıklarını ve millete hizmeti esas almadıklarını görmekteyiz. Bunun neticesi olarak, Türk milletinde aydının değeri ve itibarı azalmış; çöküşe ve geri kalmaya karşı bulunacak çareler, üretilememiştir. Günümüze gelindiğinde, tahsilli gençlerimizin cehaleti, aydın kavramına ve millî kültüre yabancı oluşu, üretici rollerinin olmayışı Türk Dünyası’nın en büyük problemlerinden biridir. Geçen asrın başlarında Türk aydının halktan kopuk değil, tersine halka yönelik bir anlayış sergilemesi, milliyetçi aydınların yüklendiği misyonu anlamamız açısından önemlidir.