Kısa bir süre kımıldamadan gözlerinin odanın alaca karanlığına alışmasını bekledi. Sonra kendisine sırtını dönmüş hafiften horlayan, derin uykudaki erini uyandırmamaya çalışarak usulca yorganı aralayıp yer yatağından doğruldu. Hemen yatağın başucundaki entariyi, sabahın odaya doldurduğu serinlikten hafifçe ürperen gövdesine geçirip mutfağa geçti. Ocağın hemen alnındaki yakacak kümesinden aldığı kuru dalları ocağa sürüp çıra ile tutuşturdu. Ateşin üzerine sacayağını, sacayağının üzerine tencereyi, tencereye duvardaki bir çiviye asılı yağ şişesinden biraz haşhaş yağı, biraz salça katıp kavurdu. Salça ve yağ kavrulunca su ekledi. Tarhana kesesinden tepeleme dolu iki üç kaşık tarhana koyup başladı tencerenin dibi tutup top olmaması için karıştırmaya… Yeterince karıştırdığına emin olunca biraz tuz ve bir iki etli, acı kımızı biber atıp çorbayı kaynamaya bıraktı…

Yan odaya geçip mışıl mışıl sere serpe uyumakta olan çocukları uyandırdı. En büyükleri olan Ayşe, hemen doğrulup giyinmek için akşamdan çıkardığı giysilerine uzanırken, Ayşe’nin bir küçüğü Hatcamolla oturduğu yerde gözleri yumulu uyukluyor, Hatçamolla’nın küçüğü, oğlanların en büyüğü olan, uyku sersemliği nedir bilmeyen Hasan hemen tuvaletin yolunu tutmuş, Hasan’ın küçüğü Ümmet ise kara gözleri yarı açık, yarı kapalı uyuzlanıp duruyor…

Kahvaltı sonrası ana, yanına iki kızı alıp arpa yolmaya, Hasan damdaki beş-altı kuzuyu otlatmaya gittiler… Baba kalkınca mutfağa kendisi için ayrılıp bırakılmış yiyeceklerle karnını doyurup kahveye… Kahvede çayını kahvesini içip Çivril’e arkadaşlarının yanına gitti… Evde yalnız kalan Ümmet ise her zaman yaptığı gibi, kendisi gibi kıra, tarlaya götürülmeyip evde bırakılan amcasının oğlu Ali ile oynamak üzere pek de uzak olmayan amcasının evine gitti…

Yaz ikindi sıcağının köyün bakımsız, toprak damlı kerpiç evlerine yorgun, bıkkın ama inadına yakıcı, inadına durmaksızın ağıp dururken bir tüfek patladı. Patlamanın arkasından “Yandım anam!” diye canhıraş bir çocuk sesi, köyün üzerine çöken dinginliği aralayıp “guguk, gugukçuk…” diye kur yapan kumruların, kılıç keskinliğindeki kanatlarını birbirleri ile yarıştırıp gökyüzünde inanılmaz resimler, şekiller çizen kırlangıçların, sizinkiler de resim mi bir de bizi izleyin dercesine gökyüzüne mızrak gibi saplanıp kaybolan, sonra şimşek gibi ortada bitiveren ebabillerin, keskin bakışları avlularda tembel tembel gezinen tavuklarda fırsat kollayıp duran atmacaların, çaylakların içini ürpertti… Her biri bir kuytuya sıvıştı…

Yan evlerdekiler, kahvedekiler tüfek patlayan yere geldiklerinde gördüler… Yerde kanlar içinde Ali… Ali’nin karnından süzülen kanlar altındaki hasırda gittikçe büyüyor… Karna yakın olan yerlerde kanın rengi koyulaşmış… Tüfek Ali’ye yakın… Tüfeğin namlusu nereye bakacağını bilmiyor… Ümmet, bir köşede büzülmüş, elleri yüzüne siper olmuş, siper olmuş parmaklar arasından kara gözler ipiri olmuş donuk donuk bakıyor…

Dendi, duyuldu, seslendi, söylendi… Ali, tüfekle oynarken kendi kendini vurmuş… Ama köyde o günden bugüne susmayan bir fısıltı… Acaba?

Ümmet arkasında hanımı bir ikindi üzeri Çivril’den motosikletle köye doğru geliyor. Çivril’den çıktıklarında hava tipik Nisan Ayı havası. Çivril’den çıkar çıkmaz hava birden karışıp kararıyor. Bir rüzgâr tozu dumana katıp, gök gürleyip şimşekler çakıyor… Aniden kocaman bir ambalaj kartonu yerden havalanıp Ümmetin yüzüne yapışıyor… Motor bir sağa bir sola yalpalayıp hemen oradaki meşrubat deposunun duvarına hızla çarpıyor… Ümmet kanlar içinde yerlerde… Hanımında ise ufak tefek birkaç sıyrık…

Ümmet önce Çivril Devlet Hastanesine, sonra alelacele Denizli Pamukkale Üniversite Hastanesine götürülüp tedavi altına alınıyor. Ümmet’in yakınları bekleme salonunda; kiminin elinde Yasin, tanrı ile bütünleşme çabası içinde okuyor… Kimi suskun, çaresiz elleri çenesinde oturuyor…