Ben giyinip evin arkasındaki tulumbada elime yüzümü yıkayıp döndüğümde yere açılmış sofra altına konmuş sininin üzerinde, belli belirsiz yükselen buharların altında çorba dığanı, ekmek mendili üzerinde ıslanıp dürülüp üst üste dizilmiş yufkalar …

Çorbanın üzerindeki kocaman etli biberi suyunu süzdürüp yufkanın üzerine yatırdım. Bir elimdeki yufka dürümünden ısırıp bir elimdeki tahta kaşığı tencere çorbasına daldırıp çala kaşık karnımı doyurdum.

Öküzleri önüme katıp harman yerine doğru yola koyulduğumda güneş daha yeni doğuyordu. Yolda öküzlerin yürürken ayakları ile hafiften havaya savurduğu toz bulutçukları güneş ışınları ile önce sarmaş dolaş olup sonra görünmez olurken harman yerine vardık. Öküzler sanki tembih edilmişcesine kimsenin ekinine harmanına sarkmadan doğru kendi harmanlarımıza, düvenin koşulu olduğu harmana varıp burunlarını harmanın altında birikmiş buğdaylara daldırıp havkılamaya başladılar…

Öğleden sonra ikindiye doğru sarı sıcak çökmüştü; hemen yanımızdaki söğüt ağaçlarından gelen serçe sesleri bile kesilmişti. Bu sıcağa sarı diyen sarıyı tanımıyor, bilmiyor olmalıydı; basbayağı kıpkızıl bir sıcaktı işte. İkidebir dilim damağım kuruyor, sürekli terliyor, sıcaktan yalama olup ortadan ikiye ayrılmış alt dudağım sızım sızım sızlıyordu. Düvenin altına dizili çakmak taşları dokundukça çığlıklar atan buğday saplarının sesleri de az duyulur olmuştu. Gittikçe incelen harmanın üzerinde döneleyen öküzler gittikçe işi yavaştan alıyor benim “hooo, hoooo diye çığırmalarıma pek aldırmıyorlardı. Elimdeki üvendireyi hafiften vurmalarım da pek kar etmez olmuştu…

Yandaki harman yerinde Barıtçıların Kerime Aba Türkmenlerin harmanda atlarla düven sürüyor, Kerime Aba’nın iki yaşlarındaki kızı söğüdün altında, kardeşimin yanında uyuyor, anam biraz ötemde arpa tınazını çatmalayıp seriyordu ki bir çığlık koptu, sessizlik de, kızıl sıcak da darmadağın oldular. Türkmenlerin atlar arkalarındaki düveni savurtarak bir o yana bir bu yana çıldırmış gibi koşmaya başladılar. Hızlarını alamayıp çocukların yatmakta oldukları söğüt ağaçlarına doğru yönlerini çevirince ben düveni bırakıp kardeşimi almak için fırladığımda anam atmaca gibi nerden peydah oldu ise söğüdün altından çocuğun birini kaptığı gibi söğüdün arkasına sindi. Atlar hışımla söğüt ağacının yanından geçip giderken, düven öbür çocuğun üzerinden, çocuğa dokunmadan savrulup söğüt ağacına çarptı geçti.

Soluk soluğa anamın yanına vardığımda anamın minik yeşil gözleri irileşip gök boncuk kadar olmuş, nefesini tutmuş mel mel kucağındaki çocuğa bakıyordu; baktım kucağındaki kardeşim Meryem değil Kerme Abanın kızı Raziye idi…

Koşarak söğüt ağacına gittim; kardeşim Meryem mışıl mışıl uyuyordu,,,O kadar gürültü patırtıya uyanmamıştı bile…