“Nasıl?” Beni aldı, Çankırı’nın göbeğinde herkesin gülüşüyle tanıdığı ‘Neşeli’ diye bir manav vardı, ona götürdü. Bir kasa limon aldı, bana verdi “Borcun şu kadar, bir ay sonra ödersin.” dedi.

Kişiliğe bak; biz bisiklet istiyoruz, babamız limon kasası alıp veriyor. Çok hırslandım ve sinirlendim. Ertesi gün çarşamba sabahı erkenden Çankırı pazarına gidip limon kasamı koydum ve satışa başladım. Lojmandan tanıdığım teyzeler geçiyor, arkadaşlarımın anneleri, kıpkırmızı oluyorum.

Bir süre sonra olayı duyan arkadaşlarım tezgahın başına doluştular. Ayaklarda Nike’lar, Adidas ayakkabılar, havalı kotlar… Ben o sıcakta limon satıyorum, karizma falan kalmadı. “Oğlum çok zevkli.”“Hadi yaa?” Sonraki hafta arkadaşlarım ellerinde benim limonlardan onar tane alıp pazarda dolaşmaya başladılar. Bu arada ben rüyalarımda ve gündüzlerimde babama karakter atıyorum.

İki ay sonra biriktirdiğim paralarla babamın kitap okuduğu odaya girdim, parayı babamın masasının üzerine bıraktım. “Git bana bisiklet al!” dedim ve çıktım.Türk filmlerinden çalışılmış bir sahne. Nasıl gurur, nasıl gurur!

Babam bana bal renkli, vitesli Polo marka harika bir bisiklet aldı. Yıllar sonra benim babamın önüne koyduğum parayla bırakın bisikleti, o bisikletin pedalını alamayacağımı fark ettim. Bana belli etmeden paranın ve çabanın değerini öğretmişti. Babasından aldığı harçlıklarla büyüyen bir çocuk olsaydım bugün sahip olduğum mücadele ruhunun çok ufak bir bölümüne bile ulaşamayacaktım. O günden sonra bir daha babamdan para istemedim.

Ahmet Şerif İZGÖREN

Çoğumuz, babamız henüz hayattayken onun yüzüne bir kere bile dikkatle bakmayız. Baba, “baba” demeye başladığımız günden itibaren sürekli karşımızda duran bir alışkanlıktır.Yıllarca babamızdan değil,bir alışkanlıktan bahsederiz:

Annemize,“babam bugün niçin gecikti?” diye sorarız. Kardeşimize, “babam yine su istiyor,” der ve dertleniriz.Bazen de “babama hangi yalanı uydursam,”diye planlar kurarız kafamızda. Baba, her seferinde,bize biraz uzak,biraz yabancı birisidir. Her gün elbiselerini giydirip sokaklara saldığımız o “biraz” yabancının, zamanın karşısında nasıl da eriyip gittiğini fark etmeyiz bile.

Oysa ilk ve hep onun elbiseleri yaşlanır,ilk ve hep onun saçları ağarır,ilk ve hep o öksürür.Bir alışkanlığın perde gerisinden baktığımız o yüzde zaman, çizgilerden, girintilerden ve çıkıntılardan yeni bir yüz yapar.Bunu da fark etmeyiz.

İçimizden az buçuk dikkat kesilenler bilirler ki,baba, gözaltlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin.Bir an gelir, gözaltlarındaki torbaların bağcığını gözlerinin feriyle bağlayamaz olur artık.O iki bağcık da,hiç ummadığımız bir vakitte,hiç ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı bütün yorgunluklarını orta yerde bırakıp, kederli yüzünü terk eder.

Biliyor musunuz? Babamız bir gün gerçekten ölür !

Siz hiç babanızın soğuk mezar taşıyla dertleşip,bayramlaştınız mı ?

Ölmüş bütün babalara rahmet olsun…