Hangi okullarda okuduğu, kiminle evlendiği, hangi ödülleri kazandığından ziyade, sözlerinden birisiyle beni fazlasıyla etkilemişti. Duyar duymaz neden o an oturduğum koltukta olduğumu bile sorguladığım sözü: ‘’Hayatınızın en önemli iki günü; doğduğunuz gün ve neden doğduğunuzu anladığınız gündür.’’

Beden akıl ve ruh üçgeninde şimşekler çaktıran fikir, yanlış yaşayabiliyor oluşunu sorgulatıyor insana. Neden doğdum? Neden doğduğumu biliyor muyum? Olaya felsefik yaklaştığımda, aslında insanın neden doğduğu sorusuna sadece ölürken cevap verebileceğini gördüm ama Twain bu söylemi, olaylara kaderci bakış açısıyla bakmış olamazdı. Asıl bahsi geçen ana fikir, yanlış rüzgarlarda savrulamayacak kadar dolup, ağırlaşmasıydı ruhun. Böylelikle insan özünü tanıyacak ve ruhunun nerede, ne yapıyorken huzur bulduğunu anlayacaktı. Fakat nasıldı?

Yaparken mutlu olacağımız şeyi bulmak için okumuyor, gezmiyor, denemiyoruz. Hepimiz avukat, mühendis, doktor veya öğretmen oluyoruz. Bir enstrüman çalabilenimiz veya bir sporda iyi olanımız kaç tane? Toplumsan eleştiriden de ziyade, sosyal medya ve kahve dükkanlarına hapsolmuş bir nesil doğuyor. Hiç bilinmeyene ulaşmaktan korkan bir nesil. Entelektüel arayış yok. Başkaların zevkleri, bizim zevklerimize dönüşüyor ve bu bizi kokutmuyor. Her şeyin popüleriyle yetiniyoruz. Dünya, bizim ona ne kadar geniş bir çerçeveden baktığımızla alakalı ve her fırsata sahibiz ama at gözlüklerimiz bize engel oluyor. Değişim ve gelişim her bireyde farklı olacaktır lakin o ilk soruyu, Twain’in de bahsettiği o soruyu kendimize sormakla başlayacak. Neden doğduk?

Hiçbir konunun uzmanı olan şahsım adına okuyucuya ahkam kesecek değilim. Henüz kendi iç hesaplaşmam bitmemişken zaten eğreti dururdu bu söz bende. Ama bir yerden başlamak gerekiyor. Bu puslu Çivril akşamında, kuru gürültü sesleri kısıp yaşamımın fon müziğini dinlemek, hayatı bir nebze de olsa anlamlandırabilecek bir ezgi yakalamak ümidiyle.