Sıcacık, buharı tüten tarhana çorbasını elimde tahta kaşık alelacele kaşıklayıp öbür elimdeki; acı, kırmızı biber dürülü yufka dürümünden dişleyip kocaman lokmalar koparırken, avludan komşumuz, okul arkadaşım Yumuk Hacının sesi,

“Haydi Amat geç kalıyoruz!” deyince, elimdeki kaşığı ve dürümü siniye bırakıp ceketimi giyip okul şapkasını başıma geçirdim. Sinideki yarım dürümü ve okul çantamı alıp evden çıktım. Hızlı adımlarla avludan çıkıp yola koyulduk. Tozlu yolda tozları tozutarak yürüyoruz. Ben hem elimdeki dürümü dişliyor hem Yumuk’tan geri kalmamaya çalışıyorum. ..

O günün öğleden sonrası, anam kardeşimi doyurup tahta beşiğe yatırıp uyutmuş. Üşümesin diye beşiğin üzerine ince bir yorgan örtüp beşiği ocağa yaklaştırmış. Ocağa ateş yakıp ateşin üzerine sac ayağı, sac ayağının üzerine; soğanını, yağını, salçasını kavurup önceden börttürdüğü kuru fasulye güvecini oturtmuş…

Ekmek evinin bir köşesindeki beli, çapayı, tırmığı omzuna atıp öbür eline de domates, biber, pırasa… tohumlarının olduğu torbayı alıp çok da uzak olmayan tarlaya varmış. Başlamış hızlıca bir sürgülük yer bellemeye. Belleme sonrası kepeçlerini kırıp otunu çöpünü ayıklamaya. Arkasından tırmıkla düzeltip sebze tohumlarını serpmeye, serptiği tohumları tekrar tırmıkla karıştırmaya…Karıştırma işi tamam olunca önceden hazırladığı hayvan tersini tohumlanan yerin üzerine güzelce sepileyip tulumbadan getirdiği suyla sulayıp üzerini naylonla örtüp, naylon yellenip uçmasın diye kenarlarına üç beş taş koyup doğrulmuş. İşini bitirmenin sevinci ile iki büklüm çalışmaktan ağrıyan belini geriye doğru gerip omuzlarını falan aşağı yukarı oynatırken bakmış simsiyah, gittikçe kalınlaşan bir bulut göğe doğru ağıyor…Dumanların yükseldiği yer bizim evin olduğu yerden…Aklında ocaktaki ateş, ateşin karşısındaki beşik, beşikteki Harun …İçinde gittikçe büyüyen kuşku…Beli meli, çapayı mapayı bırakıp başlamış ev doğru koşmaya…Koşarken ayağındaki pabuç eskisi, başındaki yazma savrulup uçup giderken yaklaştıkça bağırış çığırışlar…Bağırış çığırışlara koşup karışan “Harunnnnummm! “ feryatları ile anam avluya girer…Avluda anamı komşu kadınlar karşılayıp eve girmesini önlerler…Ama anamın yırtınarak saçını başını yolmasını, yüzünü gözünü tırmalayıp üstünü başını paralayıp hint horozu gibi atılıp kendisini sımsıkı tutan kollardan kurtulmak için çırpınmasını yeri göğü inleten feryatlarını önleyemezler…

O gün günlerden Çarşamba veya Cumartesi olmalı idi. Çünkü öğleden sonra okul tatil idi. Okuldan çıkan öğrenci kalabalığı ile şimdi İş Bankasının olduğu yerde olduğunu sandığım sinemanın önüne kadar gelmiş, sinemanın camına yapıştırılmış afişlere, daha sonra girişteki bilet satılan bölümdeki afişlere içim giderek bakmış ama en çok da gösterimde olan “Beş Kardeştiler”filmin afişinden gözlerimi ayıramamıştım …Filmde kimler yoktu ki …Başta Eşref Kolçak, Ahmet Mekin, Ekrem Bora…Bilet parası olan otuz kuruşum olmadığı için hayıflanıp istemeyerek zorla gözlerimi afişten koparıp gittikçe azalan görenci kalabalığın arasına karıştım. Kalabalık beni yalnız başıma bırakınca ilçenin kenardaki evlerini geride bırakıp köye doğru irim dediğimiz bağların arasından kıvrım kıvrım toprak yolda, yoldaki tozlar içinde gitmek istemeyen ayak izlerimi arkamdan sürükleyip şimdi Amatça Parkının olduğu Çivril harman yerine gelmiştim ki baktım Celal bisikleti ile geliyor. Celal mahalle komşumuz. İlkokul sınıftan beri aynı sınıflarda olmasak bile aynı okulda okuyoruz.

Celal yanımda durup,

“Haydi bin,” dedi. Bir anlam veremedim. Altı yıldır aynı okulda okumamıza karşın Celal beni bir kez bile bisikletine bindirmemişken şimdi durduk yere niye…Yüzüne sorarcasına bakınca üsteledi,

“Hadi bin ya!”

“N’oldu hayrola?” dedim.

“Bin işte, nazlanıp durma anangil bindir getir dediler…”

“Nedenini söylemezsen binmem,” diye üsteleyince.

“Binince söylerim,” dedi, bindim. Biraz gidince,

“Eviniz yanmış!”

“Evde kim varmış?”

“Harun,”

“Ölmüş mü?”

“Ölmüş,”

İçimde bir şeyler koptu. Bir an yaşam durdu sanki. Bir sonsuzluğa kaybolup gitmiştim. Kuru Küfü çay yatağını, Haydan harman yerini geçiverince anamın gittikçe bize doğru büyüyerek gelen feryatları beni kaybolduğum yerden sürükleyip getirdiler…Avluya girdim. Kadınlar arasında çırpınan anam…Bir köşede çömelmiş başı dizlerinin arasında babam. Babamın sessiz çığlıkları…Belli belirsiz çığlıklara eşlik eden sarsılan omuzları…Eve doğru yürüdüm. Kapıda korucu Aptırayım…Beni görünce kollarını yana açıp “İçeri girmek yasak!” deyince,

“Bir kez göreyim!” dedim.

“Olmaz!” dedi. Geri dönüp yürür gibi yapıp gözümün ucuyla baktım; gevşemiş, yanına sokulup bir şey soran birine bir şeyler anlatıyor…Geri dönüp şimşek gibi içeri daldım. Gözlerim sarı saçlı, bembeyaz tenli, kirpikleri kaşlarına doğru uzanmış iri yeşil gözlü, yumuk yumuk elli kardeşimi ararken karşımda kömürleşmiş bir beşik iskeleti…Yerlerde ıslak yanık yorgan parçaları, bileklere kadar yanıp yanık kibrit çöpüne benzemiş iki kol, ütülmüş kurban kellesine benzeyen bir baş, odada tıka basa yanık kokusu…Kardeşimden geri kalana bakamadan kolundan tutup avluya attılar…

O günden beri anam zorunlu olmadıkça o odaya girmez. O günden beri yani yaklaşık altmış yıldır bu acıyı birbirimizle hiç paylaşmayıp yok saydık, olmamış saydık. Ne zaman bir ardıç ağacı görsem aklıma anamın yemek pişirmek için ocakta yaktığı ardıç ağaçlarının öcünü kardeşimin beşiğine kıvılcımlarını gönderip beşiği tutuşturarak alışı gelir de içimde gittikçe büyüyüp kabaran bir öfkeyle baltaya sarılıp ardıç ağacına kıyasıya saldırmamak için kendimi zor tutarım…