Bunlarla yetinip galıvese ya…galmadı mutbağa daldı…konsericen mi ay adını diyemedim kansercen mi diye tutturup ne gıda naylon tas tabak, bardak çanak, alüminyum dığan tava…gıyılanda belli belirsiz kırık çatlak va diye tabak çanak…azıcık deliği va diye bi etek para verip aldığım dilber çoraplarımı, fistanlarımı, gıvraklarımı, önceklerimi, göneklerimi…Ocağı tütesice elinden gelse beni de fıydırıp atcek ya…” diye aklından geçirip doğruldu. Su dolu maşrapaya uzanıp taharetlendi. Asılı tuvalet kağıdı yuvarlağından koparıp kurulandı. Ellerini sabunlayıp odasına giderken derin soluklarla uyuyan oğluna kaşının altından gözünün ucuyla bakıp “ domalmayasıca, ne akşam yatmasını ne de sabah kalkmasını biliyo…” diye usulca mırıldanarak odasına girip elektrik ocağını yaktı. Üşüyen ellerini, dizlerini ısıttı bir süre. Isınınca “gaç bu cavırın sobası olan ceryanı çeker…çektiği ceryanı ödemeye güç yetmez…” deyip sobanın kapatma düğmesine basıp yerinden ohlaya poflaya doğruldu. Odun sobasının üst kapağını açıp baktı, kovanın odunla dolu olduğunu görünce sevindi. Sobanın hemen yanındaki çıralardan birini alıp kibriti çaktı…Soba çatırtı ile tutuşurken sobanın üstündeki ibriğe su doldurup sobanın üstüne koydu. Çaydanlığa parmaklarının ucuyla bir tutam çay koyup sobanın üstüne yerleştirdi. Çatırtı ile yanan sobanın karşısına dizlerini dikip oturdu. Yıllar önce kansere yakalanıp göçüp giden erini düşündü bir süre…içinde bir şeyler cızlayıp sızladı…Sonra bebekken kaybettiği ilk çocuğunu, bir kurban bayramı günü toprağa verilen Ayşe’sini, sonra Harun’u, bir ikindi sonrası biri sırtında biri kucağında iki çocuğu ile sapasağlam evine uğurlayıp yatsı olmadan ölüm haberini aldığı Meryem’ini anımsayınca duygulanıp hüzünlendi…gözlerinden süzülen yaşları elinin tersi ile silerken sobadan çıkan belli belirsiz alev dilciklerinin, yalımların duvarlarda, tavanda bıraktığı gölgelerin peşinde uzaklara uzanıp gitti…