Gönderdiğin mektubun ne zaman; harflere, kelimelere, sorulara, sevilere, umuda, umutsuzluğa dönüştüğünü bilmiyorum. Değil zarfın, zarfın içindeki kâğıdın bile sararıp solduğuna, yazdığın her kelimedeki her harfin sapsarı olup hatta güç bela fısıltılar halinde bana öfke ile tısladığına göre, bunu çok önce yazmış olmalısın.

Değindiğin gibi; bende senin yazdığın mektuplarla yaşam buluyor, besleniyordum. Bunu da sana yazdığım son üç mektupta; ilkinde baştan sona anlatarak, ikincisinde aynı duygularımı üstüne basarak, üçüncüsünde tüm duyularım, tüm aşkım, tüm tutkumla yalvararak belirtmiştim.

Demek ki, bu işte bir eksiklik var bilmediğin, bilmediğim…

Bilmeni isterim ki, ben iyiyim…

Soluk almak yaşamaksa… Yaşıyorum… Ama bil ki soluk alıyorsam bu senin soluduğun havayı bir şekilde soluyor oluyor olmamdandır…

Geçenlerde içimde dayanılmaz bir seni görme isteği geldi; kıvranıp duruyorum… Sen uzaklardasın bu şansım nerede ise yok gibi… En azından bir resmin olsa dedim. Sen bir resmini bile vermemiş belki de verememiştin… Neyse… Doğru ağabeyine gittim; beraber resmimiz var mı, benim hiç orta ve lise dönemi resmim yok sende var mı diye…

Önüme kocaman bir albüm kondu; albümdeki öbür resimlerin hiçbir önemi yoktu, senin ilkokul yıllarından başlayarak, örüklü gür dalgalı sarı saçlı, güneş ışıltılı bakışlı resimlerin vardı… Bu resimlerin çoğunda yanında birileri vardı… Her resmini içimde gittikçe kafesine sığmaz olan yüreğimin tapırtılarını hem yengen hem ağabeyinden saklayarak izlerken içimden bir şeyler kopuyordu. Albümün son yaprağı da devrilip alt kapak üste çıkınca bir süre öylece kalakaldım. Bir an soluğum kesilir gibi oldu… Sonra ağabeyin albümü kitap rafında bir yere yerleştirdi ve üçümüzde mutfağa doğru yürüdük. Daha doğrusu onlar yürüyor: ben ise bir yanım albümde kalakalmış, diğer yanımla onların peşinde sürükleniyordum.

Sonra yengen kahve yaptı,,,kahveler içilirken ben ne yengenin ne de ağabeyinin yüzlerine bakabiliyordum…zaten bakacak halim de yoktu…ben çoktan kaybolmuş albümdeki resimlerinin arasında koşturup duruyordum…

Mektubunun bir yerinde benim mektuplarımın arkasının birdenbire kesildiğinden bahsediyorsun: bende, senin mektuplarının gelmez oluşunu, senin bu işi sonlandırmak istediğine yormuş ve bunu kökten çözümlemek için bizimkileri size yollamıştım…

Bizimkiler eve elleri boş geldiğinde, her ne kadar dimdik duruyor görünsem de ben çoktan yerle bir olmuştum. Aslında bu yerle bir oluşum çok önceleri, mektuplarını almıyor olma zamanlarında başlamıştı.

O gece uyuyamadım. Sabah erkenden damdaki inekleri çözüp sözüm ona inekleri otlatmaya götürdüm. Aslında otlatmak için götürdüğüm inekler her şeyin farkında idiler sanki otluyor görünmelerine karşın saklıca beni gözlüyorlardı. Yerde karıncalar, çekirgeler, peygamberdeveleri işi gücü bırakmış beni izliyor… Otlar ve otlar üzerindeki çiçekler arasında dolaşan arılar, kelebekler, vızıldayarak döneleyen böcü börtü süs pus olmuş içimdeki hıçkırığın yolunu bulamamasını izliyor…

Yakınlardaki söğüt ağaçlarında konuşlanmış serçeler ve söğüt ağacının en tepe dalında tünemiş saksağan; uzaklardan yayan yapıldak gelen bir kadına, kadının ikircik içinde bize doğru yürümesine, kadının her attığı adımda dermanının kesilmesinden değil de ne söyleyeceğini bilmemesini, söze neresinden başlayacağını kestirememesini anlamışlar gibi öylece suskun beklerken…

Baktım… Annen bana doğru geliyor… Görmezden gelip yönümü öte tarafa çevirip güya ineklerin yerini değiştirmeye gittim.

Sonra anan yanıma gelip elimi tuttu. Oturdu. Beni de yanına oturttu. “Bekle” dedi. “Beklemem” dedim… Bir süre bu “bekle”, “beklemem” ler havada uçuşup durdu. Onlar uçuşurken biz ananla oturup ağladık.

“Beklemem” sözü en son söylenen söz olunca anan usulca oturduğu yerden kalktı. Köye doğru yöneldi…