Aşağı kattaki mutfağa inip kendime kocaman bir fincan kahve hazırlayıp yukarı katın terasındaki, ikinci dünya savaşının müthiş generali, zırhlı kuvvetler kumandanı George Smith Patton’dan bizim Jack’e miras kalmış; rengi atık ama hala sapasağlam olan sallanır deri koltuğa kurulup kahvemi yudumlarken evin önündeki bakımlı çimleri, yürüme yolunun iki yanını kaplayan düzgün kesilmiş fundalıkları, karşıda ve yanlarda görülen bakımlı bahçeler içindeki tek çoğunlukla de iki katlı evleri izliyor, evin arkasında olduğundan göremediğim ağaçlardan gelen serçe ötüşleri ve sığırcık seslerini dinliyordum, Jack generalin uzaktan baba tarafından yeğeni. General, resimlerinden anlaşıldığı ve aynı adı taşıyan filmde canlandırılan karakterde de öne çıkarıldığı kadarı ile oldukça asabi ve sinirsek bir tip. Yumuşak huylu biri olduğuna bakıldığında bizim Jack’in generalin genlerinden pek fazla bir şey taşımadığı anlaşılıyordu.

Ben bu düşünceler içinde kahvemi bitirip boş fincanı mutfağa bırakmak için merdivenlerden inerken baktım Jack elinde benimkine denk büyüklükte bir fincanla mutfaktan çıkmış salona doğru gidiyor. Akşamdan kalma olmanın neden olabileceği kanlı gözlerini bana çevirip gülümserken çatlak ama içten bir sesle;

“Günaydın, pek erkencisin…” dedi,

“Günaydın, biraz erken uyanmışım…Kendime kahve yapıp yukarıda terasta içtim. İçerken de evin arka tarafından gelen kuş seslerini dinledim!” deyip “Elinizde ki kahve mi?” diye sordum;

“Yok, cin ve soda…” dedi.

“ Hımmm…sabah sabah kahveden daha iyi hissettiriyor olmalı ki onu kahveye yeğliyorsun? Dediğimde,

“Durrrr…sana da bir tane hazırlayayım kendi kararını kendin ver…” deyip mutfağa giderken arkasından seslendim;

“Ama senin kendin için hazırladığının yarısı kadar olsun!”

Birbirimize esenlik dileyip cinleri tokuşturduk. Tokuşan cinler önce ses çıkarmadılar. Ama biraz sonra benim bardağın cini usul usul bardağımdan yükselip beni sarmaladı, hızla bahçeye çıktık. Bahçeye çıkar çıkmaz beni havaya fırlattı. Ben hızla gökyüzüne, gökyüzünde nereye gideceğine karar veremiyormuş gibi bir oraya bir buraya savrulan bulutlara karıştım. Koyu bir bulut kümesi beni kucaklayıp bizim köye Deli Amadın kahvehanenin önüne fırlattı. Baktım çamurlu yolda yalpalayarak, sendirleyerek (sendeleyerek) bir adam gidiyor. Adamın yürüyüşünden babamın dayısı, büyük dayım Osman olduğunu anladım. Dayımın üstünde başında çamur lekeleri var. Dayımın peşinde üç dört yeni yetme velet gülüşüp, çığrışıp yoldan topladıkları çakıl taşları atarken,

“Hacı dayı, hacı dayyyyııııı, ırakı mı içtin hacıııı dayıııı, yoksa ayağın mı kaydı hacııı dayıııı…Önüne bakkkk hacııı dayıııı, ayağın kayarrrr hacııı dayıııı (bu arada dayım tökezleyince) ayağın mı kaydııı hacı dayıııı!” diye bağırışlarına kızıp öfkelendim. Bulutlardan kurtulup çocukların bir kaçını yakalayıp tokatlamak, dayıma attıkları taşları toplayıp onlara geri atmak için yekinip bulutlardan kurtulmak istedimse de kurtulamadım. Sonra dayımın kemikleri sırıtıp kalmış sıska elinden tutmak istediğimi belirtip yalvarıp yakarınca beni bıraktılar. Dayım önce elini tutan ele baktı. Sonra; elden kola, koldan dirseklere, dirseklerden yaşlı gövdeye ve oradan yorgun yüreğine varan sıcaklığın hepsini o masmavi gözlerinde toplayarak bana baktı. Ben de onun seyrek sakallı, avurtları çökük yüzüne, masmavi yorgun gözlerine diktim gözlerimi. Gözlerimiz birbirini bırakmadan bizim eve doğru kah düzgün, kah yalpalayarak giderken bulutlar yere doğru hışımla uzanıp beni sarmalayıp gök gürültülerinin, çakan şimşeklerin arasından geçirip bardağımdaki cinin içine fırlatıp attılar.

Biz bardaklardaki cinlerin son yudumlarını alırken salona açılan koridorda görünen Ann bize kocaman bir “Günaydınnn!” deyip gülümseyerek mutfağa geçti.

Jack boşalmış fincanları kavrayıp mutfağa gitti. Bir önceki doluluktaki fincanlara sarılıp tekrar başladık yudumlamaya…Benim bardaktaki cin sinsice kulağıma “Seni çok sevdim!” diye fısıldıyordu. Bende ne olur, ne olmaz çarpar marpar diye sesimi çıkarmadımsa da Denver’den ayrılınca onu hemen terk ettim.