Bizim coğrafyanın en büyük özelliği, geniş ve gösterişli evlere bayılıyor olması.

Japonların aksine geniş evler severiz biz.

Geniş dükkanlar isteriz, bazen çekinmez kolon bile keseriz.

O kadar ki, dükkanlara sığamaz isek, kaldırımlara taşarız, ürünleri müşterilerin ayaklarına sereriz.

dükkan, hemen hemen her apartmanın altına yapılır bir defa. Spor salonları, düğün salonları, oto galeriler yapılır her mahallede.

Halkımız talep eder, girişimci zihniyet yer açar her bir hizmete.

Daha geçen aylarda hatırlıyoruz haberlerden, insanlara kafeden seyretmek yetmemiş, manzarası süper deniz kıyısına oturtmak için ek bir iskele inşa etmiş kafeler, oturma alanları ağırlığa dayanamayıp çökmüş emi…

Onca insan denizde bulmuş kendisini.

Pardon müşteri.

Severiz biz, geniş evler, dükkanlar, kafeler…

Sonuçta, binaların projelerini talan ederiz.

İnsanların hayallerini yalan ederiz.

Ha bir de binalarımız sağlam mı değil mi bilinmeden mantoloma denilen bir uygulama revaçtaydı son yıllarda.

Mont giydirip eski binaya, yepisyeni ederiz. Isıdan tasarruf derken yaşamdan eksiltiriz.

Geniş dükkanlar, mantolanmış hasarlı binalar, rutubeti boyayla gizlenmiş bodrumlar, kat kat çıkılan kaçak yapılarla; imar affından bile yararlanmamış kaç bin bina var hâlâ bilemeyiz…

Binaları güçlendirme yerine binaların gücünü zayıflatacak ne kadar eylem var ise hepsini yaparız biz.

Sonuçta yer açarız müşterilerimize.

Yeter ki iki masa daha fazla atalım köşeye.

1999 Düzce depreminde, İzmir depreminde, Kahramanmaraş ve çevresindeki 10 ili de etkileyen son depremlerde yıkılan pek çok binaya bakıyor da uzmanlar.

Ne yazık ki oto galeri yapmak için binaların taşıyıcı ayaklarından bir kaçı yok olmuş bir zamanlar. Oysa denge matematiği çok basit. Devrilmemesi için üzerindeki eşyalar, sehpanın bile dört ayağı var.

Zemin yetersiz, temelden raylı sistem yok, malzemesi eksik, bir de kolonu olmaz ise; yıkılması ufacık bir sarsıntıya bakar.

Nitekim deprem olmadan dahi, yanından kamyon geçse yerinde hoplayan evler, yandaki bina yıkılsa, yıkılma riski olan ortak duvara sahip binalarımız var bizim.

Duvarları bitişik onlarca yapı hiç ama hiç estetik değil, güvenli pek değil.

Otomobil alırken bile her yerine bakıp kontrol ettiriyoruz da, ev alırken vaktimiz bütçemiz yetersiz.

Gerçi yine haberlere konu olmuştu geçen sene.

Kazadan sonra ikiye bölünmüş bir arabayı kaynakla bütün hale getirip, üzerine cila ve boya giydirip, hasarsız diye satmışlardı, arabalardan iyi anladığını sanan bir kişiye.

Bu tür eylemler cinayete teşebbüs sayılmıyorsa daha ne…

Velhasıl her açıdan mevzu geniş…

İnsanları bile dış görünüşüne göre yargılamaktan vazgeçmeyiz.

Evden arabaya, arabadan insana bağladığım yazımda, dilim pek dönmüyor aslında. Eskiler, ev alma komşu al derler.

Komşular iyi diye çürük ev alınmaz elbette. Ev alırken, öncelikle sağlam ev alalım ki, kiralarken sağlam olmasına bakalım ki; gösterişli fakat çürük yapamasınlar.

Ama iş dönüp dolaşıp ekonomiye geliyor.

Orada tıkanıp kalıyoruz.

Bir ömrü bir ev alabilmek için harcayan insanlarımızı ancak; bir ev alabilmek için ömrünü harcayanlar anlar.

Evlerimizi, dükkanlarımızı planların dışında sonradan genişlettikçe, yükselttikçe; bir deprem anında daralacak yaşamları hesap edememenin bedelini bütün ülke öderiz…