Yine hep yirmi beş derece civarında olan güneş altında hem güneşlenip hem elimdeki kitabı okurken benim boylarımda, kestane rengi saçları omuzlarında, narin yapılı bir kız gelip yanımdaki şezlonga elindeki havlu, güneş gözlüğü ve güneş kremini bırakıp denize doğru yürüdü gitti. Biçimli dar kalçalarının peşinden bakışlarım da sürüklendi kendini denizin engin, serin, dingin sularına bırakan kadının arkasından. Bir süre arkasından gidip kendimi denizin serin ularına bırakıp bırakmamak arasında kararsız kaldımsa da sonra kaldığım yerden elimdeki kitaba zorla getirdim kadının arkasından denize girmek için direnen bakışlarımı. Elimdeki polisiye romanına kendimi iyi kaptırmış olmalıyım ki ne geldiğini, ne de kurulanıp şezlonga yattığını fark ettim kadının. Bir ara bakışlarım kitaptan kayıp şezlonga kayınca gözlerimiz buluştu; iri, masmaviydi gözleri. Sonra ayrıldı gözlerimiz. Daha doğrusu onunkiler benimkileri yalnız bıraktı.
Bir çakmak çakması, arkasından önce hafiften sonra gittikçe artan tanıdık bir tütün kokusu beni okumakta olduğum kitaptan uzaklaştırdı; kokunun peşine takıldım koku önde ben peşinde önce denizleri ve okyanusları sonra kara ve sıradağları aşıp taaa Bitlis’e kırsallara, dağ eteklerindeki çorak topraklardaki tütün tarlalarına vardık…
Baktım şezlongdaki sigara paketine ve üzerindeki deve resmine sonrada kızın yüzüne…Bakışlarımda nasıl bir ifade belirmişse kız da bir an için nasıl davranacağını kestiremeyip önce sırtını bana dönmek için bir hamle yaptı, arkasından bu hamlesini yarıda bırakıp bana doğru döndü ve sigara paketini uzatarak,
“ İster misin?”
Bir an Bitlis tütünü ile memleket özlemimi giderme isteği ile birkaç günlük sigara bırakma kararlılığım arasında bocaladım ve sonrasında sigara içmeme kararlılığım baskın çıktı ve,
“Yok, teşekkür ederim birkaç gün önce sigarayı bıraktım!”
Sorgular gibi yüzüme bakınca,
Sigara alacak param olmadığı için sigarayı bırakmak zorunda olduğumu söyleyemezdim ya yarım yamalak gülümseyip “Öyle gerekiyordu…” dedim. Sigarasını bitirince toparlanıp gitmeye hazırlanırken,
“Tekrar görüşebilir miyiz?” diye sordum. Yüzüme bile bakmadan otele doğru yürüyünce, boş bulunup sesli olarak, Türkçe küfrettim. Bir an öylece kaldı, sonra dönerek hem de yüzünde dolunay gibi bir gülümseme ve düzgün bir Türkçe ile,
“Bende senin ananı…!” deyince küfrediliyor olmanın en küçük bir kızgınlığını taşımadan birbirimize yaklaşıp oturduk. Kah Türkçe kah İngilizce bir süre oturup konuştuk. Barış gönüllüsü olarak beş sene Bitlis’te bir okulda İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra döndüğünü, tatil için burada olduğunu ertesi gün erkenden Bahamalardan ayrılıp New York’a döneceğini söyledi. Bir daha da görüşemedik…