Biraz önce sıraladığım tüm olumsuzlukları vücuduma yaşatmamış gibi kendimde en küçük bir halsizlik duyumsamıyordum. Kalkıp kendime kahve yapmak için ısıtıcıya su koydum. Isıtıcı hırlayıp zırlarken telefondan ‘sudoku’ tıklayıp oturdum. Verilen sayıları tarayarak önce soldan sağa, sonra yukarıdan aşağı irdeleyip bulduğum sayıları yazdım… Sonra iki seçenekli olanların birinden yola çıkıp çözemeyince başa dönüp öbür seçeneği denedim… Yehooooo çözüm gerçekleşti… Hızımı alamayıp yeni bir kahve ve yeni bir zor, usta işi sudoku çözümüne yumuldum… Dalıp gitmişim… Bir de baktım anam yanıma dikilmiş bir bana, bir elimdeki telefona bakıyor… Kötü bir şey yaparken yakalanmış gibicesine yüzüne bakıp yılıştım. Gözlerimiz buluştu. Anamın minik yeşil gözleri, benim bir türlü yeşil mi yoksa açık mavi mi olacağına karar veremeyip ışığın geliş yönüne göre bazen yeşil gibi görünüp bazen açık boncuk rengine bürünüveren gözlerimle buluştu.

Oturduğum yerden doğrulup elini tutup öptüm, öperken “Günaydın, anacağım!” deyip sarıldım. Kuru, yaşlı, yorgun kollarını uzatıp sarıldı. Öptü. Öperken “Oğlum, evimin direği, altı çocuğumun artığı, kendi sarı, bahtı kara yazılı guzum” diye fısıldadı. Oysa ne ben sarı idim, ne de bahtım kara sayılırdı… Anam, otuz beş yılı aşkın evlilik sonrası boşanmama kara yazgı gibi bakıyor, bense buna geç gelen özgürlük diye…

Ben mutfağa girip anamın kahvaltısını hazırlamaya koyuldum, anam da kuşluk namazı kılmaya durdu…

Anam kahvaltısı ile uğraşırken elime bir bıçak alıp avluya çıktım. Kan kırmızısı, katmerli, kocaman demetler halinde açıp avlunun bir bölümünü boydan boya kaplayan gül ağacına doğru, bıçağı arkamda saklayarak yürüdüm. Ben yaklaşırken dikenlerini yapraklarının arkasına sakladı bir yerimi incitmesinler diye. Yüzümde, tüm yüzümü kaplayan bir gülümseme güle yaklaşınca dedim,

“Gülüm, bana en güzel gülünü verir misin?”

“Niye vereyim?” diyerek kaşlarını çattı,

“Bugün anamın doğum günü de, anama verecektim…”

“Anan koku almaz ki kokumu koklasın, gözü görmez ki kan kırmızısı rengimi görünce içi açılsın… Üstüne üstlük çiçek sevmez ki… Beni sevsin… Sen beni diker iken, sana;”Çiçekler su sever, çiçek su içtikçe paralar uçup gider…” diye az söylenip başının etini yememişti deyince,

“ Söylediklerinin hepsinde de haklısın ama anamın belki de bu güne değin ben dâhil hiç kimse doğum gününü kutlamadı… Şimdi nazlanmayıp bir gülünü, hem de en güzel gülünü bana versen, anamın ilk doğum gününü kutlulamamda en büyük pay, en güzel hediye senin vereceğin gül olsa… Sonra sana gübre şerbeti… Hem de koyun gübresi şerbeti versem… Hoş gülünü vermesen de şerbeti vereceğim ya…” dediğimde,

Gül sanki bir an için geriye çekildi. Güzel başını doğrultup bakışlarını kıpkırmızı açmış, katmerli yaprakları ile nazlı nazlı göz süzen güllerde, açmak için hazır bekleyen gül tomurcukları arasında gezdirdikten sonra bana çevirdi bakışlarını ve

“İstediğini al, al anana ver, ama bilesin ki canı gönülden vermiyorum…”

Arkama sakladığım bıçakla uzanıp bir gül kesip yanına bir iki başka çiçek de bulup küçük bir buket yapıp anama verdim. Anam sanki koku alıyormuş gibi çiçekleri burnuna götürdü. Koklarken gözlerinde ışıltılar… Çiçekleri büyükçe su dolu bir bardağa yerleştirip pencereye koydu. Baktım avludaki gül anama el sallıyor, anam da güle…