Elleri yaklaşan akşamın serinliğini paltonun ceplerinde usul usul ılıtırken İstiklal Caddesinin ışıltılı, parıldayan kocaman vitrinlerine, kalabalığına karışıp yürüdü. Sabah bir bardak çay eşliğinde çiğnediği bir simit dışında bir şey yememiş, ama nerede ise bir paket sigaranın dibine darı ekmişti. Cebindeki sol eline dokunup duran sigara paketini parmakları ile yokladı; bir, iki, üç tane kalmıştı. Canı bir tanesini yakmak istedi. Sağ eli cebindeki bozuk paralara dokundu, avuçladı; parmakları ile avucundan teker teker kaydırıp saydı; üç lira, yetmiş beş kuruş. Bir paket sigara mı alsam, yoksa rastlarsam iki simit alıp akşamı savuştursam mı diye aklından geçirirken bir de baktı ki Şişhane yokuşuna gelmiş…Bu arada ciseleyen yağmur iyice yavaşlamış tek tük damlıyordu. Kasımpaşa’ya sallanıp Hasan’a mı uğrasaydı, yoksa Aksaray’ a doğru yürümeyi sürdürmeli mi, kararsızlığında adımları yavaşladı. Acıkan karnında hafiften gurultular, yorulan ayaklarında sızlama belirtileri..Önce Kasımpaşa’ya, sonra Unkapanına, en sonra solundaki sokağın tam karşısında tüm heybeti ile ışıklar içindeki dev kuleye baktı…Kasımpaşa, Unkapanı, Galata Kulesi, tekrar Kasımpaşa’ya doğru yönelip tam sol adımını uzatmışken durdu, bir an öylece kaldı. Sonra Galata Kulesine doğru yöneldi. Yürümek istemeyen adımlarını zorla sürükleye sürükleye kulenin girişine soktu. Kendisine kimi aradınız dercesine bakan görevliye.
-Sezer Beyi görecektim! Dedi.
-Geleceğinizden haberli miydi?
-Yok. İsmim Ahmet Yeğit, haber verirseniz sevinirim.
Görevli hemen yakınındaki telefona uzanıp, konuşmacın öbür ucundaki ile fısıldaştı, fısıldaşma sonrası gözü ile işaret edip,
-Sizi bekliyor! Deyince asansöre yürüdü.
Koca yapılı gövdesi, gür hafif dalgalı kara saçları, esmer koca yüzünde bembeyaz düzgün dişlerini meydanda bırakan kocaman gülümsemesiyle karşıladı asansörden çıkan Ahmet’i. Kucaklaştılar sıkıca, birbirlerinin yanaklarına dokundu dudakları. Özenle katlanmış bembeyaz peçetelerin servis tabakları üzerinde dizili, servise hazır bomboş masaların arasından geçip arkadaki, kapısında ‘müdüriyet’ yazılı odaya girip masanın önündeki iki koltuğa karşılıklı oturdular. Görüşmemiş oldukları yaklaşık üç yıldan, sağdan soldan, okul arkadaşlarından konuştular. Daha doğrusu çoğunlukla Sezer konuşup, sordu…Ahmet yanıtladı…En sonunda Ahmet,
-Abi! Dedi. Ben iş için gelmiştim…dedi kırık dökük bir sesle, gözlerini Sezerin kara gözlerinden kaçırarak, Sezer boş salona doğru gür sesi ile,
-Hüseyin! Diye seslendi. Biraz sonra kapıda uzun boylu, yakışıklı bir garson belirdi. Sezer Hüseyin’e Kaşı ile Ahmet’i işaret ederek beraber depoya gidip bir garson elbisesi ayarlayıp, giyinin gelin! Deyince depoya indiler. Hüseyin duvara yaslanmış uzunca bir demire asılı bir askıyı alıp Ahmet’e “Bu sana uyar sanırım!” deyip uzattı. Ahmet uzatılan askıya dokunamadı bir süre, içinde fırtınalar kopup sağa sola çarpıp kudurdu, yüreği burkuldu, ayağının dermanı kesilir gibi oldu…Üç, bilemedin dört yıl önce, yere atıp çiğnediği, üstüne tükürdüğü, bir daha seni giyersem…bilmem ne olayım diye bildiği en büyük küfrü ettiği garson ceketine, siyah pantolona, papyona, beyaz gömleğe dokunamadı bir süre…Sonra aldı garson kıyafetlerini gözleri dolu dolu, sırtını Hüseyin’e dönerek gözlerinden göğsüne doğru damlayan göz yaşlarını saklayarak giyindi…